11 Temmuz 2008 Cuma

Tasarruf Yapmıyoruz

“Tasarruf edecek hal mi kaldı? Bıçak kemiğe dayandı” denebilir. Ama bizde “Ayağını yorganına göre uzat” diyebiliriz. Konu son derece önemli. “Türkiye’de tasarruflar yetersiz.” Neden? Çünkü çok tüketiyoruz. Daha doğrusu; ürettiğimizden daha fazla harcıyoruz. Aradaki farkı ithal ediyoruz. Bu ithalat da ihracatımızdan fazla olduğundan ortaya bir açık çıkıyor ve onu da borçla kapatıyoruz. Kısacası, fazla harcamalar borçla yapılıyor.
Neden çok harcadığımıza gelince. Kimileri bunu genç nüfusa, kimileri de göç gibi demografik dinamiklere bağlıyor. Bize göre bunun iki temel etmeni var; biri makroekonomik tasarımdaki hata. İkincisi de kişi başına düşen gelirin düşük kalması. Kaldı ki, son 25 yılda toplum çok daha tüketim güdülü hale geldi.

Tasarruf açığı ile dış ticaret açığı arasında elbette bir bağ var. Ancak sadece tasarruflarla (kısa vadede) dış açığa çare bulamayız. Öte yandan, kimileri de dış ticaret açığına çözüm ararken kurun yegâne çözüm olduğunu savunuyor. Kuşkusuz daha fazla tasarruf edilmeli ve kur daha yüksek bir yerde olmalı. Ancak kuru daha yukarılara taşısak da petrol, gıda ve diğer emtia fiyatlarından dolayı şişen ithalat faturasının düşmeyeceğini bilmeliyiz.

Tasarrufların düşük olmasında bütçe açığı, enflasyon ve kredi genişlemesi gibi etmenlerin rolü tartışılıyor. Kuşkusuz toplam tasarrufların düşük olmasında kamunun borçlanma gereksiniminin çok önemli rolü oldu. Ama araştırmacıların da ortaya koyduğu gibi, asıl sorun, özel kesimin de tasarruf oranının düşük olması. Bunda da kişi başına düşen gelirin düşük olmasının rolü yadsınamaz. Gelişmiş ülkeler içinde bir tek ABD buna istisnadır. Zengin ülkelerin hemen hepsinde tasarruf oranı yüksektir. Bunun yanı sıra enflasyon karşısında yükselen belirsizliklerin, hatta tasarruf araçlarının getiri oranlarının bir süre (1988’e kadar) çok düşük kalmasının, sonra da gayet riskli hale gelmesinin de etkileri oldu.

Konu son derece önemli. Çünkü daha yüksek ve sürdürülebilir bir büyüme yapısı elde etmek, hatta bunu dış açıksız başarmak istiyorsak tasarruf yetersizliğine çözüm bulmalıyız.

Şef Var, Kızılderili Yok

Kaynağı bilinmeyen bir dizi Ergenekon iddiası.
Her biri dehşet verici.
Ama düşünüldüğünde kuşku işaretlerine takılıyor. Son 50 yılın kötü alışkanlığı bu...
1960’ta “Gösterici gençler tutuklanıp et ve balık kurumu kıyma makinelerinden geçiriliyor” fısıltılarıyla halk yığınlarının provoke edilmesi ilk örneklerden biriydi. İlerleyen yıllarda o kadar çok “arkası gelmeyen iddia” devreye sokuldu ki...
Kaynağı belirsiz haber kirlenmesiyle kuşkular doğal hale geldi.

Sözgelişi, “Ergenekon... 30 kişilik bir suikast timi oluşturulmuş, bunlar eski askerlermiş, ses getirecek cinayetler işleyeceklermiş, amaç laik kesimi bu cinayetlerle sokağa dökmekmiş.”
Her şey mümkün; insanlığa dair hiçbir şey beni şaşırtmaz.
Ama...
Gözaltına alınanların sayısı sadece 24, bunlar da eski askerler, gazeteciler, öğretim üyeleri... İçlerinde sadece biri “tetikçi olarak tanımlanmış, o da bu cinayetleri işleyecek ekibin başındaymış.”
Peki, cinayet timinin 29’u nerede? “Şef çok, Kızılderili yok” durumu mu?
Neden toparlanmamışlar?
Elbette... Hiç kimsenin kafasında böyle bir ihtiras rüzgârı esmez diyemem ama ihtirasa endeksli iddia, “darbe” ağırlığını tartmaz.
İddialar tutun ki... Hepsi emekli birkaç general, albay ve çavuşla iktidar devirip, iktidar olmak için bu örgüt modeli hadiseyi hafifletmez mi?
Hangisi tek bir tanka hükmedebilir? Hangisi arkasında bir manga asker bulabilir?
Buna karşılık Erdoğan’ın “Sonuna kadar gidilecek” söylemi, farklı görüntülerin oluşabileceği iması mı?

Niyet..

Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu ileri sürülen günlüklerde cümlelerin ‘yapacaktık, edecektik’ gibi niyet ekleriyle bitmesiyle bağlantılı bir fıkra:

Kadın ölü kocasının başında “Ah benim sarı mesli kocacığım” diye ağlıyormuş... Yakınları kadının yanına gelip:
“Hanım... Senin kocanın hiçbir zaman mesi olmadı ki, sarısı olsun” demişler... Kadın ağlamasını sürdürmüş:
“Alacağım’ derdi, ‘alacağım’ derdi”...

Mehmet Aurelio..

Sen'den sonra Fenerbahçe orta sahasında gedik değil, koca bir delik açıldı delik. Bu gidişte sorumlu kimdir, suçlu kimdir, kabahat kimdedir ? Valla işin magazinsel kısmı hiç umurumda değil. Ben şunu biliyorum; Mehmet Aurelio bu Fenerbahçe'ye sabahtan akşama, yazdan kışa, her zaman her yerde lazım bir topçuydu. Şu takımda belki de yeri dolmayacak tek adamdı. Buyrunuz, gitti. Basiretli bir yönetici, inatlaşmayan bir yönetici, kendi şirketini yönetir gibi kulüp yönetmeyen bir yönetici ve pek tabii ki futboldan anlayan bir yönetici Aurelio'nun gitmemesi için gerekli her türlü tedbiri alırdı. Bu adam Ocak ayından beri bağırıyordu "ey ahali, sahip çıkın bana" diye.. Haldır huldur etrafa ve eşrafa saçılan Euro'lardan, şu takımın en kilit, en lazım adamı Aurelio'ya, onu tatmin etmeye yetecek kadar düşmüyorsa.. Ya da bilerek düşürülmüyorsa.. Ve belki de bu gidiş "burası benim, istediğimi tutarım, istemediğimi pırasa gibi doğrarım" gibi patronsal ve sahipsel bir düşünce tarzının uzantısı bir inatlaşmanın eseriyse.. Ne demek lazım o zaman ? Desek ne yazar, demesek gönül yazar.. Kulübün sahibi var, o alır, o satar ! Buralarda çok aranacak, çok özlenecek ve çok yad edileceksin Aurelio.. Marco değil, Mehmet Aurelio...

Yazı: King Santillana

Alex Ferguson, F.Bahçe’ye gelse...


Ferguson’un 1986-87 sezonunda Manchester United’ı 11’inci yapması başarısızlık sayılmamıştı, zira takım disiplininde sorunlar yaşıyor, ciddi alkol problemi olan oyuncularla çalışıyordu. United’daki ikinci sezonunda da Steve Bruce ve Brian McClair gibi isabetli transferlerle M.United’ı lig ikinciliğine taşımıştı zaten...

88-89’da Mark Hughes’un da dönüşüyle takımın daha da güçlendiği varsayılıyordu, ama sonuç büyük bir hayal kırıklığı idi: On birincilik...
Alex Ferguson kararlıydı, yaz transfer döneminde ciddi paralar harcayarak kadroyu Paul Ince, Neill Webb ve Gary Pallister’la güçlendirdi. Ama işler bir türlü düzelmiyordu, utanç verici 5-1’lik City derbisi mağlubiyetinin ardından taraftarların elinde şu pankart yükseliyordu: “3 yıldır mazeret dinliyoruz ama sonuç hâlâ berbat... Esen kal Ferguson”...
Herkes Ferguson’un yolun sonuna geldiğini düşünüyordu, ama beterin beteri vardı, Manchester City utancından sonraki 8 maçta 6 mağlubiyet ve 2 beraberlik alındı... Manchester United, taraftar protestosu ve istikrarsız sonuçlar arasında geçirdiği 1989-90 sezonunu da ancak on üçüncü sırada bitirebildi. Ferguson’un tek tesellisi görevdeki 4 yılının sonunda kazanılabilen ilk kupaydı: FA Cup...
Bu 4 yıl boyunca Ferguson, herhangi bir Türk takımında çalışıyor olsaydı, kaç kez kovulurdu düşünebiliyor musunuz?

Ağustos 1995: Yaz transfer döneminde takımın üç önemli yıldızını sürpriz bir biçimde sattı. Ince’in Inter’e, Hughes’un Chelsea’ye, Kanchelskis’in Everton’a verilmesini medya şiddetle eleştiriyordu. Ferguson’sa United’ın yeni neslinin onların yerini dolduracağını düşünüyordu ki, sezonun ilk maçında 3-1’lik Aston Villa mağlubiyeti geldi. İngiltere’nin en saygın köşe yazarlarından Alan Hansen’in o günkü satırları hâlâ hafızalarda imiş: “Beckham, Neville, Scholes, Butt... Şampiyonluk çocuklarla kazanılmaz”

Ekim-Kasım 1996: United ’ın yeni çocuklarıyla ilgili tartışmalar sürerken, ligde 3 m aç üst üste kaybedilmiş, söz konusu 3 maçta (6’sı Southampton’dan) tam 13 gol yenilmişti. Üstüne bir de Avrupa kupalarındaki 40 yıllık iç saha yenilmezlik rekoru, bir Türk takımına, Fenerbahçe’ye karşı kaybedilmişti. Old Trafford’un Fenerbahçe’den sonraki misafiri Juventus da 3 puanla dönmüştü oradan... Medyaya göre yolun sonu gelmişti...

Aralık 2001: 1999’daki Ş.Ligi-Premier Lig-FA Cup zaferi ve üst üste gelen 3 şampiyonluğun ardından Ferguson’un emeklilik vakti geldiğini söylüyorlardı bu kez. Ligin ikinci maçından sonra kişisel nedenler nedeniyle Stam’ı göndermiş, aralık ayı itibariyle de ligde dokuzuncu sıraya gerilemişti... Ferguson emekliliğini erken açıklamasının takımı olumsuz etkilediğini söyleyerek bırakmaktan vazgeçmiş, ama sezonun hayal kırıklığı ile bitmesine engel olamamıştı: Kupasız bir sezon ve 8 yıl sonra ilk kez gelen lig üçüncülüğü...

Haziran 2006: Mourinho İngiltere Ligi’nde rüzgâr gibi esiyordu şimdi de... M.United üç sezondur lig şampiyonluğundan uzaktı ve yeni patronlar artık kupa görmek istiyordu... Roy Keane ve Van Nistelrooy ayrılmış, Vidic ve Evra alınmış ama son 3 sezonda yapılmış başarısız Djemba-Djemba, Kleberson, Barthez transferleri de akıllardan çıkmamıştı... Ferguson’sa Ronaldo ile Rooney’nin Dünya Kupası’nda ettikleri kavgayı dert ediyordu sadece...

Bugün, 7 Temmuz 2008, Alex Ferguson, 3 başarısız sezonun ardından iki lig şampiyonluğu, bir Ş.Ligi kupası daha kazandı ve United’daki 22’nci sezonuna hazırlanıyor... Ferguson’un M.United’ın başında olduğu dönemde Fenerbahçe’deyse 26 hoca çalışmış: Stankovic, Yücetürk, Csernai, Aktuna, Veselinovic, Kaner, Hiddink, Togay, Tırpan, Venglos, Osieck, Ivic, Parreira, Lazaroni, Veselinovic, Baric, Löw, Dilmen, Zeman, Sofuoğlu, Denizli, Lorant, Çetin, Güney, Daum ve Zico...

26’ncı hocanın çalıştığı iki yıllık dönemde, UEFA Ligi tarihinde 4 büyük ülkeden 4 takımın bir araya geldiği tek gruptan çıktığını... Aynı sezonda Fenerbahçe tarihinin Avrupa’da bir sezonda en fazla maç yapma rekoru kırdığını... Bir sonraki sezon, Ş.Ligi’nde 5 kez yer alıp gruptan çıkamamış tek takımı, ön elemesinde bile seri başı olmadığı ve dördüncü torbadan kuraya girdiği halde gruptan çıkardığını... 44 yıl sonra Fenerbahçe’ye Avrupa’da çeyrek final oynattığını... 24 Avrupa kupası maçında 8 kez mağlup durumdan geri döndüğünü... UEFA kulüpler sıralamasında 89’unculuktan 34’üncülüğe tırmandırdığını... Ama, çalıştığı iki yılın birini şampiyon bitiremediğini düşünürsek...

Sahi Alex Ferguson Fenerbahçe’ye gelseydi, ne kadar çalışabilirdi acaba? Veya 27’nci hocanın kaderinin farklı olacağını düşünmek ne kadar gerçekçi sayılabilir?

Yazı: Uğur Meleke

Bebeğim Sen Bizle Dalga mı Geçiyorsun?

Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, iç siyasi belirsizliğin Hazine’ye getirdiği ilave yükün yaklaşık 20 milyar YTL düzeyinde olduğunu söyledi. Özellikle, mart ayındaki gelişmelerin ardından ortaya çıkan siyasi belirsizliğin, Türkiye ekonomisini, dışarıdaki gelişmelerden daha olumsuz etkilediğini vurgulayan Şimşek şöyle konuştu:

“Dünyadaki ekonomik sıkıntıların, tüm küresel ekonomiyi derinden etkilemesine rağmen, Türkiye başlangıçta, bu krizden en az etkilenen ülkeler arasında bulunuyordu. Bizim ve tüm yerli-yabancı uzmanların görüşü, eğer Türkiye’de bu iç siyasi belirsizlik olmasaydı, Türkiye, dışarıdaki krizden en az etkilenen ülkeler arasında yer alacaktı, çünkü ekonomimiz normalleşme sürecine girmişti.”

AKP’yi kapatma davasından önce yüzde 17 civarında olan Hazine faizinin davanın ardından yükseldiğini anlatan Şimşek şöyle devam etti:

“Bugün faizler yüzde 22.5 civarına çıktı. Yani kapatma davasının ardından faizler 5.5 puan artış gösterdi. İç siyasi belirsizlik nedeniyle Hazine daha yüksek maliyetlerle borçlanıyor. Faizlerdeki 1 puanlık artışın Hazine’ye getirdiği ilave yük 3.5-4 milyar YTL. Öyleyse iç siyasi belirsizliğin Hazine’ye getirdiği ilave yük yaklaşık 20 milyar YTL düzeyinde.”
***

Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Bay Şimşek’e göre, ekonomide durum “güllük gülistanlık” idi. Ekonomi normalleşme sürecine girmişti. Dışarıdaki rüzgârlar bile bizi sallamıyordu... Ama ... ”Ah şu gözü kör olası siyasi belirsizlik... Her şeyi rezil etti. Üstelik 20 milyar dolarlık bir fatura çıkardı...”
Hikâyeyi bilmeyen vardır. Anlatayım: “Beş altı yaşlarındaki çocuk, eniştesini bir kenara çekmiş. “Enişteciğim” demiş.” Ablamla evlendiğinizden bu yana kaç yıl geçti... Sizin ne zaman çocuğunuz olacak?”
Enişte bey başlamış anlatmaya, “Bak evladım” demiş. “Biliyorsun çocukları leylekler getirir. Bugüne kadar bebek sipariş edecek leylek bulamadık. Eğer bu ilkbahardaki göç sırasında leylekler bizim evin üzerinden de geçerse, biz de bir bebek ısmarlarız.”
Çocuk eniştesinin yüzüne bakmış, bakmış... Sonra kafasını kaşımış... ”Enişte” demiş... ”Siz böyle bebek sahibi olacağınızı sanıyorsanız, biz daha çooook bekleriz...”
Hikâyedeki gibi, Bay Şimşek, sorunların sadece ve sadece “siyasi belirsizlikten kaynaklandığını” sanıyorsa, biz daha çoook bekleriz.

1) Evet, siyasi belirsizlik, yatırım harcama kararı verecekleri etkiler. Ama siyasi belirsizliğin sorumlusu kim? TBMM’de çoğunluğa sahip bir siyasi parti, onun hükümeti, Cumhurbaşkanı var. Bürokrasinin tepelerinde yandaşları oturuyor.
Ama geliniz görünüz ki, bu partinin ‘zafer kazandığı’ seçimden bu yana ülkede siyasi belirsizlik ve huzursuzluk tırmanıyor.
Siyasi belirsizliğe ve huzursuzluğa neden olan konuları ekonomik ve sosyal sorunların önüne ısrarla çıkaran parti, iktidar partisi, hükümet ise Bay Şimşek’in de üyesi olduğu hükümet. Ekonomiden Sorumlu Bay Şimşek, “ekonomi” konuşacağına, devamlı “siyaset” konuşuyor. ‘Siyasi belirsizlik ve huzursuzluk’ ateşine benzin döküyor.

2) Ekonominin tüm dengeleri tamamdı da siyasi belirsizlik sonucu mu dengeler bozuldu?
(a) Cari açık tırmanıyor. Özelleştirilecek KİT, satılacak kamu ve özel sektör varlığı azaldığı için, dışarıda alıcıların hevesi kaçtığı için, bundan sonra özelleştirme geliri ve varlık satışıyla döviz bulmak zorlaştı. Açığı krediyle kapatmaya mecburuz.
Kredi verecekler, açığın büyüklüğü ve de siyasi huzursuzluk nedeniyle faizi yükseltmeye başladı.
(b) Ucuz döviz ithalatı coşturmaya devam ediyor.
(c) İşsizlik azalmıyor, artıyor.
(d) Yüksek faizin de rüzgârıyla ülkede gelir dağılımı giderek çarpıklaşıyor. Dar ve sabit gelirli pahalılıktan yakınıyor.
(e) Hükümetin IMF ve AB çıpalarını gevşetmesi, politikalarını oluşturamaması, ekonomide, içeride ve dışarıda ciddi kararlar alınmasını güçleştiriyor.

Özetle, “Evet, siyasi belirsizlik” ekonomiyi olumsuz etkiler... Ama bizim ekonomimizin siyasi belirsizlikten daha önemli, temel sorunları var. Bunları çözemeyenlerin, “siyasi belirsizlik” bahanesiyle günahtan kurtulmaları mümkün olamaz.

Yazı: Güngör Uras

10 Temmuz 2008 Perşembe

Fight Club

Enflasyona Başka Bir Açıdan Bakalım

Haziran ayında TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) TÜFE (Tüketici Fiyatları) Endeksi, tüketici fiyatlarının artmadığını, tersine, ortalama olarak yüzde 0.38 oranında gerilediğini gösterince “Enflasyonda yaz molası” diyerek sevinç gösterileri başladı.

Yılın ilk 6 ayında (geçen aralık ayı ile haziran ayı arasında) TÜİK’in açıkladığı enflasyon (TÜFE artışı) yüzde 6 oldu. Aynı dönemde TÜFE 2005 yılında yüzde 2.59 oranında, 2006 yılında yüzde 4.88 oranında, 2007 yılında yüzde 3.87 oranında artmıştı.
TÜFE’ye göre, geçen yılın haziranı ile bu haziran ayı fiyatları arasındaki artış yüzde 10.61 oranındadır. Hazirandan geriye 12 aylık ortalama artış yüzde 8.64’tür.
TÜİK tüketici fiyatlarındaki artışı hesaplarken (1) Gelir grubuna göre harcama ağırlıklarını dikkate alamıyor. Ortalama bir tüketim kalıbı kullanıyor. (2) Yerleşim farklılıklarını, ülke genelindeki fiyat hareketlerini çok iyi şekilde izleme şansına sahip değil. 441 farklı maddedeki fiyat hareketi izleniyor.

Halkımızın büyük bölümü alt ve orta gelir grubunda. Halkımızın büyük bölümü için enflasyon demek (1) Tencerenin kaça kaynadığıdır. (2) Elektriğe, gaza, dolmuşa kaç para gittiğidir.
Halkımızın en çok tükettiği mallarda ise 6 ayda önemli fiyat artışları gerçekleşti. TÜİK’in (enflasyonu hesaplayarak enflasyonun ne olduğunu açıklayan devlet kuruluşunun) belirlemelerine göre, yılın ilk 6 ayında mercimek yüzde 80, pirinç yüzde 58, bulgur yüzde 48, ayçiçeği yağı yüzde 48, kuru fasulye yüzde 38, ekmek yüzde 26, makarna yüzde 20, nohut yüzde 19 oranında pahalandı.

Su, hani şu dağdan, bayırdan gelen su var ya, işte o su bile yüzde 15 zamlandı.
Yılbaşına göre haziran ayında fiyatı ucuzlayan tarım ürünleri hıyar, domates ve sivri biber. Hıyarın, domatesin ve sivri biberin fiyatları yüzde 45 dolayında ucuzlamış.
Son 6 ayda elektrik ve gaz fiyatları yüzde 20 dolayında arttı. Mazottaki yüzde 25, benzindeki yüzde 15 dolayındaki fiyat artışları dolmuş otobüs, tren ve metro fiyatlarının artmasına yol açtı.
Enflasyonu tartışırken şu sorulara cevap aramak gerekir: (1) Halkın büyük bölümünün (özellikle dar ve sabit gelirlilerin) her gün kullandıkları gıda maddelerinin fiyatı ne kadar artmış? Elektrik, gaz ve su fiyatları ne kadar artmış? Ulaştırma giderleri ne kadar artmış? (2) Dar ve sabit gelirliler, bu fiyat artışı karşısında ne yapıyor? Nasıl yaşıyor?

8 Temmuz 2008 Salı

İspanya'da Teknik Adama Saygı Bitti

Fenerbahçe'nin yeni teknik direktörü Luis Aragonés Marca Gazetesine bir demeç vermiş, o demeci de Radikal yayımlamış. Kısaca şöyle;

"İspanyol Marca Gazetesinde bir demeci yayımlanan Aragones, Euro 2008 finalinde Almanya'yı mağlup ederek Avrupa Şampiyonu yaptığı ülkesindeki çalışma şartlarıyla ilgili olarak "İspanyol futbolunda teknik direktöre saygı bitti" diye konuştu. Tecrübeli çalıştırıcı, İspanya'da basının ve kulüp yöneticilerinin teknik direktöre saygı duymadığını savunup, "Bazıları her şeyi bildiklerini zannedip konuşuyor, ama hiçbir şey bilmiyor. İspanya'da teknik direktörlerle ilgili yaşananlar bazen hiç yaraşır değil" değerlendirmesinde bulundu."

Hocam hiç endişelenme, burada da yabancılık çekmeyeceksin. Hatta belki İspanya'yı da arayabilirsin bu anlamda baktığında. Bizde futbolu senden iyi bilmeyen basın mensubu kafadan yok bir kere. Hepsi senden iyi bilir, bunu kabullen öncelikle. Artı, bırak basını, maçlarına gelen ortalama 30-35 bin kişiden en az 15-20 bini de senden daha iyi biliyor olacak futbolu. Burası Türkiye çünkü, biz futbolun kitabını yazmış bir milletiz. Bakma bir dünya kupası, bir de avrupa kupasında toplam 2 tane yarı finalden başka bir icraatımız yoktur ulusal futbol anlamında ama, biz istemiyoruz onun için yok. Şimdi sorabilirsin sen "ya madem her maç 15-20 bin teknik direktör maça geliyor, niye bunlar teknik direktörlük yapmıyor o zaman ?" diye. Onlar da istemediklerinden hocam. Yani her gün antrenman, her gün koş, duş al, giyin, soyun zor geliyor insanlarımıza. Ama futbol bilgelikleri konusunda laf edilemez. Lig başlasın, üç beş maç sonra ne demek istediğimi daha net anlarsın sayın Hocam. Velhasıl, Avrupa Şampiyonu Hoca'yım diye burada ayrı bir izzet-i ikram bekleme. Burası Türkiye.. Burada herkes futbolu en az senin kadar bilir Hocam !!!

İspanya'da teknik adama saygı bitti ha.. İlahi Aragones.. Türkiye'de hiç başlamadı ki be hocam.. Hiç başlamadı ki...

Yazı: King Santillana

Gereksiz 10 Spor

Aslında içinde yarışma ruhunun olduğu herhangi bir müsabakayı "gereksiz" olarak nitelememek lazım. Zira o ruh herhangi bir organizasyonun heyecanını, değerini, izlenirliğini kat kat artırıyor. Özel futbol maçları ne kadar zevksizdir bilirsiniz. Şahsen bugün (olmaz ya) 1970 yılı Pele'li Brezilya kadrosu ve 1986 yılı Maradona'lı Arjantin özel maçta karşı karşıya gelseler, diğer yanda Hull City-Torquay United FA Cup 3. tur maçı olsa, oturup ikincisini izlerim. Zira işin içinde ulaşılması gereken bir hedef için bir mücadele vardır. Dolayısıyla bu yöndeki tüm sporların bir anlamı var. Ama bazıları bu yukarıda saydığım ruhu taşımalarına rağmen bana işkence gibi geliyor. Aşağıda bunlardan bir 10 yaptım. Tabi liste tamamen kişisel, çıkması ve girmesi gerekenleri de siz ekleyin artık.





1-Curling:
Bu sporu henüz bilmeyenler direk iki numaraya geçsinler, hiç bulaşmasınlar zira. Açık söylüyorum ki zamanında mahallede oynadığımız uzun eşek, dokuz taş gibi oyunlar olimpik spor olsa daha anlamlı olurdu. Hiç olmazsa onlarda bir denge var, bir güç, dayanıklılık gereksinimi var. Bu nedir allahaşkına? Bu sporun oyuncuları neye göre seçilir, takımı neye göre kurulur, madalya kazanan neye sevinir çözmüş değilim.

2-Squash: Şimdi tenisi anladım, masa tenisini anladım, kendimi zorladım badmintonı da anladım (hoş onu da zor anladım ya), bu ancak Michael Douglas ve türevi adamların yapacağı spor nedir allahaşkına. Jelena Jankovic'le aynı hapishaneye düşsem zaman geçirmek için yapmam bu sporu. İki tane adam (bu spor için özel olarak yapılmış (!) raketle yine özel olarak yapılmış topu bir duvara çarptırarak) sözde bir spor yaparlar, biz bunu küçükken futbol topuyla yapardık. O daha zevkliydi. Bu sporun önemli bir ayrıntısı da bittikten sonra enseye havlu koyup betona oturmaktır.

3-Golf: Ölene kadar yapılabilecek tek spor derler golf için. Ben gençliğimin baharında bile yapmam. Kısaca anlatacağım. Triathloncu adam, önce yüzüyor, sonra bisiklete biniyor, sonra da koşuyor. Bu elemanlar ne yapıyor? Bir topa vuruyorlar (kendilerini 5 dakika ayarlayarak), sonra öbür deliğe hooop arabayla yolculuk. İlki de sporcu bu da sporcu. Yemezler. Araba süreceksiniz pilot olun yahu. Pistler sizleri bekler.

4-Beyzbol: Biraz biberleyelim Joe. Biberleyelim de fazla uzatmayalım. Bendeniz Ümraniye gibi Allahın zaman zaman unuttuğu bir yerde yetişmeme rağmen hayatımda 2 tane mahalle maçını beyzbol dalında yapmş bir adamım. Yani sporu Amerikan filmlerinden değil bizzat oynayarak biliyorum. Biliyorum, biliyorum da mahalledeki o maçtan sonra 3 komşumuz "bu ne sıkıcı mahalle" diye Avrupa yakasına taşındılar. Tamam Amerikalılar bayılıyor, tamam tribünleri dolup taşıyor, ama yok, ben bu oyunu izlerken (kuralları bilmeme rağmen) uyuyorum. Yine de bu sene Red Socks favorim Mitch.

5-Monster Jam: Aslında hepimizin bildiği bir aktivite bu. Şu iki katlı apartman büyüklüğündeki tekerleklerle, hurda olmuş arabaların üzerinden geçme aktivitesi. Şimdi o tekerleklerle belli bir hıza ulaşmak imkansız zaten. Bir de 30 bin kişi toplanıp zaten hurdası çıkmış arabanın kaportasının çökmesini, camlarının patlamasını izleyip, neden zevk alıyorlar anlamıyorum. Zaten, zaman zaman bu araçlar arabaların arasında sıkışıp kalırlar, geçemezler, tam bir işkence olur. Aman kalsın, bana Nascar, Ralli ve Formula 1 yetiyor.

6-Ski Jump:
Kar ve kayakla ilgili her spora anlayışlıyım. En sevdiklerim (tabi ki) buz hokeyi, sürat pateni ve "luge" denilen kayağa sırt üstü uzanarak neredeyse 100 kilometre hızla gidilen dallar. Ama bu tepeden kayarak gelip, platformdan zıplayarak en uzağa düşme üzerine kurulu "ski jump"ı anlamıyorum. Aslında mantıken sırıkla atlamadaki hareketler zinciri bunda da var. Ama sırıkla atlamayı her zaman izlemişimdir. Ama bu kayakla zıplama olayına o kadar olumlu bakmıyorum.

7-Halter: Bu sporun gereksizliği insan vücuduna verdiği zarardan ve beni izlerken germesinden. Zira ben o halter kaldırıldığında her an kollar kırılacak diye korkuyorum. Tamam bir sürü büyük halterci çıkardık ama o vücuda verdiği zararı gördükten sonra istersek her olimpiyatta 50 tane madalya alalım beni bağlamaz. Halil Mutlu'nun yıllar önce rekor kırdığı bir kaldırışta vücudunun aldığı şekli gördükten sonra bu sporu izlememeye karar verdim.

8-Senkronize Yüzme: Bu spor değil, eminim ki Nişantaşı'nda Vakko'dan aşağı markadan alışveriş yapmayan 2 kadını alın suya koyun, sokakta nasıl yürüyorsanız suyun içinde de öyle yürüyün deyin, her olimpiyattan altın madalyayla döneriz. Bu sporun ikili olanı ve takım halinde olanı vardır, suyun içinde bir aşağı bir yukarı çıkar dururlar, burunda bir mandal, suratlarda hep aynı sırıtma, bayık bir müzik. Havuzdan tiksinir oldum sayelerinde.

9-Binicilik:
Şimdi Veliefendi'deki o heyecanı, o galopu, sprinti, "bariyer dibinden Nurbatur geliyor, dış kulvardan da.......Velociraptor koptu geliyor"u yaşamış adam tintin giden atların engellerin üzerinden atlamasını seyreder mi? Atı şöyle mahmuzlamadın mı, son 800'e bir boy farkla önde girmedin mi atlı sporların zevki çıkmaz ben bunu bilirim. Bu arada adı geçti atlamayalım. Velociraptor kannımca hipodromların gördüğü en iyi 2-3 attan bir tanesiydi. Kulakları çınlasın, yelesi rüzgarlansın. Onun sayesinde Ankara TJK 124 numaralı bayi Flying Dutchman'ı az zengin etmedi.

10-Hentbol: Tamam saydıklarımızın arasında en "spor gibi spor" hentbol. Ama ben bu oyunun aşırı rahatlığına karşıyım. Bir kere diğer popüler 3 takım oyununun şöyle bir özelliği var. Futbolda topu ayağınızda fazla tutmanız ve üstüste 9-10 pas yapmanız zordur, zira sürekli baskı görürsünüz, basketbolda hücum süreniz, voleybolda vuruş sayınız sınırlıdır.Hentbolde böyle bir şey yok. Hücum süresi yok, faul kararları kolay çalınıyor, genelde üzerinize baskı yok, hatalı yürüme kararları çok ender olur çünkü büyük serbesti tanınmıştır, top hücum bölgesine gelene kadar pek bir heyecan yaşanmaz, eee ben ne yapayım öyle takım sporunu.

Yazı: Flying Dutchman

Bir Garip Sorgulama

Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan kişilere sorgu sırasında sorulan sorular ve suçlamalara kanıt gösterilen şeyler insanı resmen dumura uğratıyor. Mesela Mustafa Balbay'a
gizlice çekilmiş Jandarma Genel Komutanlığı ziyareti videosu izlettirilip neden ziyaret ettiği, Hurşit Tolon'u makamında ziyareti, aynı soruşturmada tutuklu bulunan gazeteci Vedat Yenerer'in internet sitesinin verdiği "yılın kuvvacısı" ödülünü neden aldığı, sendika başkanı Mustafa Özbek ile neden samimi olduğu soruluyor. Odasında bulunan "CHP'ye katılması gereken isimler" listesi ise suç delili olarak sunuluyor. Ufuk Büyükçelebi'ye ise telefonda devlet büyükleri ile ilgili neden küfürlü konuştuğu, Hurşit Tolon'u neden telefonla aradığı sorulurken bir röportajı sırasında eski rektör Kemal Alemdaroğlu ile resmi suç kanıtı olarak gösteriliyor. Osman Gürbüz'e ise neden Mersin'de bayrak yürüyüşü düzenleyip bayrak dağıtıp bu yürüyüşe katıldığı soruluyor..

Ne soruşturma, ne kanıtlar ama be; helal valla..

Mimar Olanlara ve Kendini Mimar Hissedenlere

O kendini iyi biliyor!.. :)

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Bir Genç Kızın Gizli Defteri

Ergenekon soruşturması ile beraber AKP yanlısı basın (Taraf, Birgün, Star, Sabah, Yeni Şafak, Zaman vb.) Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in sözde günlüğünü tefrika halinde nedense temcit pilavı tadında tekrar yayınlamaya başladı. Buna sözde günlük diyorum çünkü Taraf gazetesi günlüklerin mahkemece kanıtlandığını ileri sürse de halen bunu doğrulayan bir resmi yazı piyasada yok. İkincisi herkes bu günlüğü tartışadursun, nedense bu günlüğün nasıl ortaya çıktığını araştıran, soran eden de yok.

Bilmeyenlere anlatalım; bahsi geçen günlüğü ilk kez yaklaşık bir yıl önce Nokta dergisi yayınladı. Fakat inatla bu belgelerin nasıl ellerine geçtiğini söyleyemediler. Ellerine geçme şekli konusunda elimizde iki yol var: Birincisi bu günlüğün tamamen kurgu olduğu, Özden Örnek'e ait olmadığı. İkincisi ise bu günlük gerçekten Özden Örnek'e ait, bu durumda günlük Özden Örnek'in bilgisayarından hukuk dışı bir şekilde "çalındı", evet bu kadar gündemde olan yazılar eğer gerçekse bu günlük "çalıntı" demektir. Bilmiyorum "çalındı" ve "çalıntı" kelimeleri sizde günlüğün içeriği kadar etki yapıyor mu??

Gelelim günlük gerçek mi değil mi meselesine. Günlüğü yazdığı iddia edilen Özden Örnek bunu inatla yalanlıyor. Günlükte diğer komutanların muhalefet olduğu gösterilen Emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün açıklamasını aktaralım:

- Ortada bir iddia var. Bazı komutanlar bir darbe hazırlığı içine girmişler. Sizin döneminize rastladığı söyleniyor. Hiç böyle bir girişimi hissettiğiniz bir durum oldu mu?
/_np/2358/5942358.jpg
Özkök Paşa’nın bu cevabına dikkat:

- Böyle bir şey yok. Olsa zaten askeri savcılık müdahale ederdi. Basından öğrendiğimiz kadarıyla iddialar sanıyorum emeklilik dönemleriyle ilgili. Bu nedenle diyorum ki, eğer görevde olsalardı askeri savcılık müdahale ederdi.

Peki şimdi ne anlayacağız bu cevaptan?

1) Özkök Paşa TSK’nın üzerine yapıştırılmaya çalışılan "darbeci, demokrasi düşmanı" gibi suçlamalara karşı çok temel ve hiyerarşik bir cevap veriyor. "Öyle bir şey olsa askeri savcılık devreye girer" sözünün anlamı budur. Yani "Biz darbecilerin gereğini yaparız" diyor. Yani biz muz cumhuriyeti ordusu değiliz diyor. Yani "Biz erken kalkan darbe yapar devleti değiliz" diyor.

2) Ve bir o kadar daha önemli bir bilgiyi aktarıyor. Özkök Paşa, bazı kuvvet komutanlarının kendisine karşı görev süresi içinde böyle girişimleri ya da örgütlenmeleri olmadığını söylüyor. Ya da en azından kendisinin bilgisi olmadığını aktarıyor.

Bir de konuyla ilgili Özden Örnek'in açıklamasını aktaralım:

"2007 Mart ayında Nokta Dergisinde tarafıma ait olduğu ileri sürülen sözde günlüklere atfen bir yazı dosyası yayımlanmıştır. Söz konusu yazı dosyasının gerçeğe aykırı olduğu tarafımdan derhal tekzip edilmiş, ayrıca yayındaki şahsıma hakaret ve iftira içeren unsurlar şikayet sebebi yapılarak, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığına ilgililer aleyhinde suç duyurusunda
bulunulup, dava açılmıştır. Söz konusu davada, son günlerde iddia edilenin aksine, CD olarak da sunulan sözde günlüklerin tarafıma ait olduğu kanıtlanmış değildir. Önemle vurgulamak isterim ki, yargılama devam ederken şüphelilerin talebi ile Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığına dahi sözde günlükler ile ilgili arşivlerinde kayıt bulunup bulunmadığı yazı ile sorulmuş ve ilgili kurumlarca sözde günlükler ile ilgili kayıtlarında hiçbir bilgi bulunmadığı cevaben mahkemeye bildirilmiştir. Yani günlüklerin bana ait olduğunu sadece Nokta dergisi ve yazı dosyasını hazırlayan Alper Görmüş iddia etmektedir ve bugün birtakım medya da sadece bu iddialara dayanarak gerçek dışı yorumlar yapmakta ve kamuoyunu yanlış bilgilendirmektedir.

Mahkemeye sunduğum dilekçelerde de defalarca belirttiğim gibi, günlüklerle hiçbir zaman ilgim olmamıştır. Davada karara bağlanan husus, yazı dosyasında hakaret ve iftira suçlarını oluşturacak suç kastı bulunmadığıdır. Kaldı ki bu karar da tarafımdan temyiz edilmiştir.

Gerçeğe aykırı bir yazı dosyası yayınlanarak şahsım aleyhinde böylesine vahim iddialar öne sürülmesi kanımca hakaret ve iftira suçunun dahi ötesindedir. Yargılama henüz sonuçlanmamış olduğundan bu konu hakkında daha fazla yorum yapmayı doğru bulmuyorum. Dava içeriğini ve kararını gerçekten merak edenlerin Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi kaleminde dosyayı incelemelerini tavsiye ediyorum."

Bir de günlüklerde ismi geçen Radikal Gazetesi Yazarı Murat Yetkin'in konuyla ilgili ilginç yazısından alıntı yapalım:

"Geçen yıl mart ayında, cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının kızışmaya başladığı günlerde yurtdışındaki bir programdan Ankara’ya değil, İstanbul’a döndüm. Haber toplantısı yeni bitmişti. İsmet Berkan “Bak neler geldi” dedi, “Senin de adın geçiyor. Şunları bir Genelkurmay’a soralım”.

Sorduk. Gerekli konuşmaları yaptık. Ertesi gün Radikal’in manşet haberi ‘İçinden iki darbe girişimi geçen günlük’ başlığını taşıyordu. Radikal, Nokta dergisinden alıntı yapıyordu.
Adım iki yerde geçiyordu. Birisinde, benim emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’i bir kitabı takdim için ziyaret ettiğim, ikincisinde de dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Örnek’e benim Özkök’e giderek ‘Elimde bir haber var, bunu hükümeti sıkıntıya düşürmek için baş haber yapacağım’ dediğimi söylediği yazılıydı.

Burada bir tuhaflık vardı. Çünkü birinci iddia doğruydu. Evet, 2004 başında ‘Kürt Kapanı-Şam’dan İmralı’ya Öcalan’ kitabımın yayımlanması ardından bir nüshasını sunmak üzere Örnek’i makamında ziyaret ettim. Görüşmenin bir kısmı kitaptaki konular, ağırlıklı kısmı da Avrupa Birliği ve Kıbrıs konuları üzerine oldu. Görüşme tamamen kayıt dışı temelde yapıldı, dolayısıyla üzerine hiçbir şey yazmadım. Görüşme ikimiz arasında yapılmıştı ve içeriğini (bir özet verdiğim Berkan dışında) Örnek’ten ve benden başka kimse bilmiyordu. Dolayısıyla bu bilginin Örnek tarafından tutulmuş bir nottan kaynaklandığını varsayabilirdik.

Adımın geçtiği ikinci kayıt ise tamamen yanlıştı. Daha doğrusu böyle bir şey hiç olmamıştı; yoktu. Orgeneral Özkök’e gidip ‘Elimde bir haber var, bunu hükümeti sıkıntıya düşürmek için baş haber yapacağım’, ya da bunu çağrıştıracak, bu izlenimi uyandıracak hiçbir şey söylemedim. Yalnızca Özkök’le değil, hiçbir devlet görevlisiyle böyle bir şey konuşmadım; böyle bir üslubumun olmadığını Ankara’da bu kadar yıldır haber ilişkisi içinde olduğum kişiler teyit edecektir.

Ayrıca, bir Genelkurmay Başkanı’nın, bir kuvvet komutanıyla bu üslupla bir gazeteci hakkında konuşmuş olduğuna da inanmıyorum. Samimi bir saygı duyduğum Özkök ile tanışıklığım da buna inanmama ayrıca izin vermiyor.

Yani ismimin geçtiği bir bölüm tamamen doğru, bir bölüm de tamamen yanlıştı.
Bu çelişkili durum, bende şu kanıyı uyandırdı: Örnek’in bazı notları istemediği ellere geçmiş olabilirdi. Ama o eller de, o notlara kendilerince ekler yapmış olabilirdi. Bu durum benim ismimin geçtiği yerler için söz konusu olmuşsa, başka yerler için de söz konusu olabilirdi. Bu nedenle kendi adıma ‘Özden Örnek günlüklerine’ başından beri bir belge değil, bir istihbarat çalışması gözüyle baktım.

Bir süredir gazete bürolarına katı pişmiş yumurta gibi bir lokmada yenip yutulmaya hazır ve ‘gizli’ ibareli raporlar yağıyor. Bunlar genellikle teslim edildiği adresin duymak istediği konular üzerine, bilmeye can attığı ayrıntıları verir nitelikte oluyor. Tuz, biber serpip servis yapmak ile yönlendirme amaçlı yarısının olup olmadığını araştırıp bulmak arasında akıl, bilgi ve vicdan farkı var.

Hazır istihbaratın yanlış yarısı, saptırma ve yönlendirmedir çünkü."

Eh bu kadar açıklamanın üzerine sanırım bahsedilen günlüğü okurken "Off darbe yapıyorlarmış, son anda durmuşlar neredeyse "demokrasi" mahrumu kalacakmışız" diye atlamamak lazım,değil mi? Kaldı ki günlüğü o kadar incelememe rağmen reele dökülmüş herhangi bir plan bulamadım, göremedim o ayrı. Bir de şu var, madem bu günlük suç kanıtı olarak kullanılacak, neden günlüklerin sahibi bir ifade vermeye bile çağrılmıyor? Hadi diyelim ki adamlar darbe yapacaklarmış sonra kendi kendilerine vazgeçmişler, neden bu 3 yıl sonra sanki son anda kendileri durdurmuş gibi bu günlükler ortaya atılıyor?

Bomba Davası

TARİH, 6 Mayıs 1972.

Bombalı bir eylem sırasında elleri ve ayakları kopan İbrahim Çenet adlı öğrencinin ifadesiyle başlayan soruşturma bir anda bambaşka gelişmelere neden oldu.

Türkiye gündeminden aylarca düşmeyen ve adına "Bomba Davası" adı verilen soruşturma kapsamında eski polis müdürlerinden doktorlara, avukatlardan üniversite öğrencilerine, bürokratlardan emekli askerlere kadar 57 kişi gözaltına alınıp anayasal düzeni yıkmak iddiasıyla tutuklandı.

Bomba Davası sanıkları, yapılacak bir askeri ihtilal amacıyla, soygun ve bombalı saldırılar düzenlemek ve Boğaz Köprüsü'nü havaya uçurmak gibi uyduruk iddialarla İstanbul'daki Ziverbey Köşkü'nde işkenceli sorgulamalardan geçirildiler. "Kontgerilla" adı ilk kez bu köşkte dile getirildi. Sorgulamayı yapanlar kendilerini "Kontrgerilla" diye tanımlıyordu.

Ziverbey Köşkü'nden çıkan ifadeler doğruymuş gibi gazete manşetlerine taşındı. Bu yalan haberlerle kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Örneğin, güya sanıklardan Orhan Kabibay, gemi batırmak için Bülent Ecevit'ten 4500 lira almıştı!

Peki, soruşturma neden birdenbire büyümüş ve başka kanallara doğru gitmişti? Talat Turhan mahkemede şöyle diyordu:

"Yapılmak istenen Atatürkçülerin ve 27 Mayısçıların tasfiyesidir. Huzurunuzdaki sanıkların çoğu ve ben, o tarihte kuvvet komutanı olan Orgeneral Gürler, Orgeneral Muhsin Batur ve Oramiral Kemal Kayacan'ı suçlanmaya zorlandık. Bunu yapanlar, bazı hallerde bu en değerli komutanların kendilerine ve ailelerine açıkça küfrediyorlardı. Çünkü bizi bir iktidar kavgasında kullanmak isteyen gayri meşru bir örgüt esir almıştı; tabir benim değil onlarındır."

Bomba Davası büyük gürültülerle sürdü ama sessizce bitti. Yargısal süreç, beraat ya da mahkumiyetle son bulmadı. 1974 yılında çıkarılan afla dava düştü. Sanıklar davanın düşmesine itiraz ettiler; suçsuzluklarının mahkeme tarafından kabul edilmesini istediler. Dosya Askeri Yargıtay'a gitti ama karar değişmedi.

Peki, "Bomba Davası" siyasal amacı gerçekleştirdi mi? Evet, en önemlisi suçlanan Faruk Gürler cumhurbaşkanı seçilemedi.

Bomba Davası üzerine araştırmalar yapan rahmetli Uğur Mumcu şöyle diyordu. "Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Faik Türün üçlüsünde simgelenen emperyalistlerle bütünleşmiş işbirlikçi iç güçler, ulusalcı Faruk Gürler-Muhsin Batur-Kemal Kayacan üçlüsünü buna engel görüyorlar ve onları bertaraf etmek istiyorlardı."

Bugünü anlamak için fazla söze gerek var mı?

Emekli Tümgeneral Celil Gürkan, gözaltına alınışını ve sorguda yaşadıklarını anlatıyor:

"Gözlerim bantlı, ellerim ve ayaklarım zincirli ve pijamalı halde sorgucunun karşısındayım. Sivil olmalarına rağmen herkes birbirine 'Albayım, Yarbayım' diyor, gerçek kimliklerini saklamak istiyorlar. Beni son derece şaşırtan bir soruyla başladık. 'Paşam siz son derece değerli bir subay idiniz, komutan idiniz, seviliyordunuz. Neden o ... Gürler'e, o ... Batur'a (burada yinelemek istemediğim bazı kaba sözcükler kullanarak) alet oldunuz, onların oyunlarına geldiniz?

Sorgucunun bu sözleri söylediği tarihte, (Faruk) Gürler Genelkurmay Başkanlığı'ndan yeni ayrılmış olmakla beraber Cumhurbaşkanlığı'na adaylığını koymuş fakat kazanamamıştı. (Muhsin) Batur ise fiilen Hava Kuvvetleri Komutanı bulunuyordu.

Sorgulama çok ilginç bir önsöz ile başlamıştı. Sözde 'Albay', benden Adapazarı'nda 2'nci Tümen komutanlığım dönemimden başlayarak son güne kadar geçen olayları anlatmamı istedi. Başladım anlatmaya. Araya giriyordu. 'Yoo Paşam öyle değil, gerçeği söyleyiniz. Biz her şeyi biliyoruz. Sonra külahları değiştiririz!' Ben anlatıyor, o araya girip, 'Cuntaları anlatın cuntaları' diyordu.

Cunta falan yoktu. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri'ndeki silah arkadaşlarımız, kendi aralarında olsun, komutanları ile beraber olsun, olağan görevleri gereği zaman zaman bir araya gelerek, 12 Mart öncesi tehlikeli gidiş üzerinde durmuşlar, ordunun uyarıcı görev yapması üzerinde görüş alışverişinde bulunmuşlar, ne gibi önlemlerin alınabileceğinin değerlendirmesini yapmışlardır.

'Albay' (kimliği daha sonra ortaya çıktı: MİT görevlisi Eyüp Özalkuş idi. SY) sanırım elindeki yazılı bir metinden okuduğu izlenimi veren bir ton ile sordu: 'Paşam, siz emekli olduktan sonra, 16 Mart 1972 tarihinde emekliye sevk edilen 5 general/amiral ve 8 albay eşlerinizle birlikte Ankara Kent Oteli'nin meyhanesinde, daha doğrusu gece kulübünde toplanmışsınız. Aranızda bir de üniformalı kurmay albay varmış. Bu toplantıda sizi emekli ettikleri için Silahlı Kuvvetler'den intikam almaya yemin etmişsiniz. Bunu anlatın.'

Bu suçlama karşısında sarsıldığımı hissettim. Aklıma, vaktiyle bir yerde okuduğum ve beğendiğim şu söz geldi: Ben size insanım diyorum, oysa siz benden eşek olmadığımı ispatlamamı istiyorsunuz!

Emekli olmuş, ellerinde hiçbir güç, kuvvet bulunmayan, sadece içinde yaşadıkları memleketin refahını isteyen 13 emekli subay adına benden, niçin Türk Silahlı Kuvvetleri'nden intikam alma andı içtiğimizi açıklamamı istiyorlardı?

'Albayım' dedim, size bu bilgileri veren kaynağın kim, neresi olduğunu bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. Şayet resmi bir kaynak ise, ülkemin güvenliği açısından üzülerek karşılarım. Her birini çok yakından tanıdığım arkadaşlarımın, içinden yetiştiğimiz ve her türlü nimetlerini gördüğümüz aziz Silahlı Kuvvetleri'mizden sırf emekli edildik diye intikam andı içecek derecede serseri, sağduyudan yoksun kişiler olmadıklarını biliyorum. Elhamdülillah sağduyumuzu, aklımızı yitirmiş değiliz. Bu suçlamayı nefretle reddederim. Kent Oteli'nin gece kulübü ya da meyhanesi, yerli yabancı, dost düşman, casus, istihbaratçı, hırlı hırsız her türlü insanın bulunduğu bir yer. Eğer cahilce bir ant içme söz konusu olsaydı bunu herkesin gözü önünde yapmazdık.

Sorgumun ikinci günü ifademi yazılı olarak vermem istendi. Beyaz káğıtlar verdiler. 12 Mart (1971 askeri darbesi) öncesi, Silahlı Kuvvetler içindeki örgütlenme çalışmalarını yazacaktım! Ne ilginçti. Eğer benim de içinde bulunduğum örgütlenme çalışmaları 'cuntacılık' sayılıyorsa, bu 'cuntaya' liderlik etmiş iki kişiden biri Silahlı Kuvvetler'in hava gücünün başında idi. Öteki de daha düne kadar Silahlı Kuvvetler'in tümünün başındaydı. Eski Genelkurmay Başkanı ile fiilen hava gücüne komuta etmekte olan bir Hava Kuvvetleri Komutanı'nı suçlayacak bir dosya hazırlanıyordu demek.

Sürekli soruyorlardı: Başınızda kimler var? Sizi kullananların içyüzünü açıklayın da bitsin bu iş.

Yazdıklarım beğenilmedi. Vaki olmayan bir cuntadan, ihtilal ya da darbe girişiminden ve cunta üyeliğinden söz etmemi istiyorlardı. 'Albay' sürekli tehdit ediyordu, 'Yoksa külahları değiştiririz...'

Yazdım beğenmediler, yazdım beğenmediler. İstediklerini alamadılar. 'Konforlu Köşk'teki konukluğumun altıncı günü saat 10.00 sıralarında gözlüklü bir yüzbaşı geldi. 'Paşam bugün öğle yemeğinden sonra sizi serbest bırakacağız. Şimdi elbiselerinizi gönderiyorum, hazırlanın' dedi. Sevinmedim dersem yalan olur."

Yazının tamamı için: Soner Yalçın
***
Babam bu olaydan bahsederek "Biz bu saçma Ergenekon muhabbetini daha önce de yaşamıştık" der. Yaşamayanlar ve yaşayıp da unutanlara(!) hatırlatayım istedim bu yazıyla..

Alessandra Ambrosio

Amigo Nuri



Kız arkadaşım aradı,
Gel buluşalım dedi.
Canım cicim aşkım bana gönül koyma;
Fenerin maçı var!

Günlerden pazardı,
Patron iş çok dedi.
Hasiktir ordan lan ibne patron
Fenerin maçı var!

Birgün haber geldi;
Dayım vefat etti.
Allah rahmet eylesin dayıcım,
Fenerin maçı var!

Birgün hastalandım,
Yorgan döşek yattım.
Arkadaşım geldi biletimi verdi,
Fenerin maçı var!

Sana söz verelim, bu sene en başta…
50 bin lay lay olacak Şükrü Saraçoğlu’nda!

Ergenekon, ABD Merkezli Operasyon

Türkiye’de komünist hareketin ön önemli isimlerinden olan Mihri Belli (92), Bodrum’daki evinde merdivenlerden düşerek sağ ayağını iki yerden kırdı.
Devlet Hastanesi’nde tedavi altına alınan Belli’yi, Bodrumlu TKP’liler ve Yurtsever Cephe üyeleri ziyaret ederek geçmiş olsun dileğinde bulundu. TKP Bodrum İlçe Başkanı Ahmet Aksüt, TKP Muğla İl Başkanı İskender Döğer ve Yurtsever Cephe Bodrum Sözcüsü Ayhan Karahan’ı karşısında gören Belli çok mutlu olduğunu söyledi. Ziyaretçileri Belli ve eşi Sevim Belli’ye çiçek verdi. Ziyaret sonrası Ergenekon operasyonunu değerlendiren Belli, “ABD merkezli, derin devleti çözmek amacı yok” dedi. Belli, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Operasyon tamamen ABD merkezli. Operasyonda alınan kişiler arasında gerici unsurlar da var. AKP’nin muhalefeti tasfiye hareketidir. Belli bir süre içinde gerici unsurlarla AKP’nin anlaşması yüksek ihtimaldir.
***
Ama doğru, Mihri Belli ne solcu sayılır, ne de daha önce hiç darbe görüp yaşamadığı için(!) Ergenekon soruşturması kapsamında gündeme gelen darbe iddialarını ciddiye alır.. Değil mi?????

AKP Darbesini Göremeyen Solcu

*İşsizlik oranının artışı, ekonominin kötü gidişatı, Arap sermayesinin bir bir her yeri ele geçirmesi muhim değildir onlar için. Dinci bir burjuvanın halkı sömürmeye başladığını göremeyenlerdir bunlar. Din afyonundan nasiplerini almışlardır bir anlamda.

*Bütün bunlardan sonra hayali darbe muhabbeti yemine düşüp "aha darbecilere karşı çıktım en kral solcuyum uleyn" triplerine girerler.

*İşçiye dayak atan, küçücük çocukların kolunu büken polise dincilerin dolduruşuyla darbe olmayacak diye yalakalık yaparlar. Sermayenin oyuncağı olduklarının farkında bile değillerdir. Polis devletine doğru olan gidişat umurlarında bile değildir.

*Turizm adına ormanları katleden yeni yasaların da bu solcu için önemi yoktur. Açılacak nukleer santrallerin çevreye vereceği zararda muhim değildir bunlar için. AKP'li belediyeler tarafından katledilen hayvanlar mı o da ne? Varsa yoksa darbe darbe diye kafa ütülerler.

*Solculuğu sadece orduya karşı olmaya indirgeyen adamlardır bunlar.

*AKP'nin hayali ve şişirilmiş bir darbe balonu sunup, kendisini de bu darbe girişiminin karşısına yerleştirdiği senaryoda figüranlık yapan,yancı solcudur.

*Ergenekon operasyonundan medet umar. Mevcut siyasi iktidarın ve mevcut yargının çetelerden azade bembeyaz bir yaşam kurmak istediğine inanır.

*Birkaç faşist katili alabildiğince ağır cezalandırdığı için kendisini Kenan Evren'i alkışlarken bulması dahi mümkündür.

*Üniversitede türban yasağına karşı çıkıp Çarşamba mahallesinde yürümeye cüret edemeyenlerdir. Kenan Evren ile Atatürkçülüğü bir tutarlar. ülkücü faşist, laik faşist, ulusalcı faşist, Kemalist faşist gibi söylemlerde bulunurlar ama solun en büyük düşmanı olan din faşistliğini nedense es geçerler.

*Birçok açıdan iyi niyetli olduğunu varsayarsak üç maymunu oynayan iyimser bir solcudur. Oysa temelde savunduğu düşüncenin yaşayabilmesi için gereken zemin; eklektik düşünceden uzak, seküler ve modernizmdir. Bugün ülkede her türlü ilerleme düşüncesi yok edilirken, eğitim ve yüksek öğretim kurumları dogmatik düşüncenin kalesi halinde, islam devrimine eleman yetiştirme noktasına gelmişken, görme özürlüler için açılan okullar "gereksizdir, fazla masraftır" diye kapatılırken, insanlar iddianame ortada yokkken bir sene hapiste kalabiliyorken; yaklaşan değil gelmiş,başa oturmuş bir faşist yönetim varken, hala askerin olası bir hareketini eleştirmekle enerjisini kaybetmenin tek anlamı üç maymunu oynamaktır.

Hala solcuyum diyebiliyorsa; "madem demokratsınız neden Sivas katliamında Aziz Nesin'in kurtarılmasını engellemeye çalışan Cafer Erçakmak'ı aramıyorsunuz, madem darbe karşıtısınız neden hazır yapılı olan darbelerin sorumlularına ses çıkarmıyorsunuz, madem operasyonunuz derin devlete karşı niye kanlı pazar'da, 1 mayıs 1977'de, Maraş, Çorum, Gazi, Sivas ve daha nicesinde parmağı olanları tutup ortaya çıkarmıyorsunuz,neden fail-i meçhullerden söz etmiyorsunuz?" sorularını acilen AKP'ye yöneltmesi gereken insanlardır.

not: bütün bunları gören ve bunlarla birlikte tüm darbelere karşı olabilene değildir lafım.