6 Eylül 2008 Cumartesi

Dengesizliğin Daniskası!

Başta Altan biraderler olmak üzere.. Taraf, Star, Sabah,Yeni Şafak, Zaman ve bilumum AKP medyasının yazarları Kandıra Cezaevi’nde yatan iki generalin Genelkurmay adına bir korgeneral tarafından ziyaret edilmesini eleştiriyorlar. Hukuk ve demokrasi adına fırtınalar estiyorlar!
Eruygur ve Tolon hakkında hiçbir hukuki kanıt hatta iddianame olmadığı halde aylardır onlardan “darbeci”,”çeteci” diye söz edenler kimler? Aynı gazete ve yazarlar. Sahte sızdırma belgeleri yayımlayarak yargıyı etkilemeye çalışanlar, yargısız infaz yapanlar kim? Yine onlar...
Kim inanır bu kurtlara?

Gül'ün Değişimi

Bundan 15 yıl önce.. 1993 yılında.. Demirel Hükümeti’nin Ermenistan politikası konusunda verilen gensoru sırasında Refah Partisi adına Abdullah Gül söz alıyor... Bakınız zabıtlara göre, neler söylüyor:
“Hükümet, bu politikasıyla, geleceğimizi gerçekten ipotek altına almıştır ve öyle ipotek altına almıştır ki, Ermenistan Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanının cenaze merasimine katılma cesaretini göstermiştir.
HALİL ORHAN ERGÜDER (İstanbul) Beynelmilel protokol o..
ABDULLAH GÜL (Devamla) ...Sizin nasıl bir uzlaşmacı olduğunuzu, Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olduğunda, sizin şahin gibi davranmayacağınızı bildiği için, yüzünüzün ne kadar yumuşak olduğunu bildiği için cesaret bulmuş ve Türkiye’ye gelmiştir.
Siz bana bir ülke gösterin ki, kardeşleriniz savaş halinde olacak, kardeşleriniz katledilecek ve onlar katledilirken, ‘Bunun müsebbibi Türkiye’dir’ diye demeçler verecek; o kardeşlerimiz katledilirken, ‘Avrupa’nın haritaları bellidir, yerine oturmuştur; fakat Ortadoğu’nun, Asya’nın haritaları nihai şeklini almamıştır’ diye açıklamalar yapacak; Kars’ın, Ermenistan toprağı olduğunu iddia edecek, bütün bunlardan sonra o adam Türkiye’ye gelecek ve siz de elini sıkacaksınız!..”

Buyrun bir de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla 2007 yılında Azerbaycan Milli Meclisi’ne hitap ederken söylediklerini birlikte okuyalım:
“Ermenistan’ın bir yandan Türkiye’ye karşı hasmane davranışlar içinde bulunmasının, bir yandan da Azerbaycan’ın topraklarını işgal altında tutmasının bugünkü durumun sebebi olduğunu artık tüm dünya görmelidir. Ermenistan 1915 olaylarının yorumlanmasını başka ülkelerin parlamentoları nezdinde takip etmeyi sürdürdükçe ilişkilerin normalleşmesiyle ilgili bir gelişme beklenmemelidir.”

Şimdi soralım: Hadi 15 yılı geçtik, son bir yılda ne değişti? Ermenistan politikalarında en küçük değişim var mı? ABD ve AB baskısının yoğunlaşmasından başka ne değişti Gül açısından?

Ne İçtiysen Aynısından Bana da Bir Tane


“Bir defa daha şahit olduk ki, mübarek Ramazan bereketiyle beraber geliyor... Geliyor, heybesindeki bereketi bizim üzerimize saçıyor... İki zeytin bir çorba yeter diyerek kurmaya başladığımız sofralarımız bir bakıyoruz ki pek zenginleşmiş. Aritmetik bile şaşkına döner duysa, görse, bilse. Beş liralık masrafla onbeş liralık sofra kuruluyor, nasıl şaşırmasın!”

Yeni Şafak yazarı Mehmet Şeker

Sol-AB-AKP

Sol, AB’yi AKP’ye niçin kaptırdı, sizin gözleminiz ne?
AB’den uzmanlar zaman zaman İstanbul’a gelip gidiyor. Onlarla çok sık buluşup konuşuyoruz. Sonuçta bunların bazıları da senli benli olduğumuz sosyal demokrat parlamenterler. Ama bakıyorum çoğu hâlâ AKP’yi destekliyor. Sebebi nedir diye ben de incelemeye çalıştım.
Ne buldunuz?
Zihinlerindeki kurguda bir an bir “tık” oluşmuş.
Nasıl bir tık?
Bunlar Tanzimat’tan bu yana bizim hep o aydınlanmacı, cumhuriyetçi, Kemalist, reformist akımın temsilcilerini muhatap saymış, “istemezük”çülerden başlayıp da Erbakan yoluyla Erdoğan’a varan Batı karşıtı, tutucu çizgiyi de hep karşılarında görmüşler. Fakat 2002’de birdenbire tablo değişiyor. Bir bakıyorlar ki, dinci sandıkları AKP’liler etraflarında koşuşturuyor. Hatta çok fazla heves göstererek Chirac’a “Durun kardeşim, sakin olun” bile dedirttiler. Aslında özünde demokrat olmayan bir kadro, o 2002-2004 arası, konjonktür zoruyla ve daha başka hesaplarla birden reformcu kesildi.
AKP bu kadar reformcu kesilirken sol muhalefet ne yapmakla meşguldü?
Bizde muhalefet yapmak iktidar ne yapıyorsa tersini yapmak olduğu için AKP’nin karşısında görünmek adına AB’ye muhalefetle meşguldü. Gerçi AB’nin istediği reform paketlerinin açılmasına oy verdiler ama bir taraftan da belli rezervler gözetmeye başladılar. Çünkü zaten CHP kendini ulusal egemenliğin koruyucusu sayıyor.
O yüzden de entegrasyon anlayışını kavrayamıyor ve AB ile ilişkinin belirli süreçlerini “ulusal onur”, “ödün vermeme” vb. konusu yapıyor. İçine kapanmacı tavırlar alıyor.
Avrupa da bundan etkilendi mi?
Hem de çok. Çünkü baktılar, Allah Allah yüzyıldır yüzü Batı’ya dönük olan ve kendilerinden belledikleri akımın temsilcileri kendilerine karşı bir duruş sergiliyor. O zaman dediler ki, “Madem böyle biz de ezber bozalım.”
Burası çok önemli, çünkü ezber bozma süreci son derece büyüleyici bir süreçtir. Onlar da bu büyüye kapılıp “Bu kadar yıllık adamlar bizim bildiğimiz gibi değilmiş, meğer doğru olanlar öbürleriymiş” demeye başladılar. Bunu da kendilerine o kadar çok vesileyle ve o kadar sık tekrarladılar ki, artık kafalarında her türlü nüans eridi ve bu fikir yerleşti.
Tık orada geldi yani?
Geldi ve biz şimdi o kurguyu düzeltemiyoruz. Şimdi sanıyorlar ki bugünkü kavga otoriter laiklerle Müslüman demokratlar arasındadır. Bunun böyle olmadığını ben yazıyorum, çiziyorum, konuşuyorum...
Nasıl barışılabilir sizce?
AKP’nin aslında bal gibi dine dönük talepleri Avrupa’ya “özgürleştirici, demokratik” talepler gibi takdim ediliyor. Sağ olsun liberal dostlarımızın da katkılarıyla... O zaman biz sosyal demokratların da bunun böyle olmadığını anlatmamız gerekiyor.
Konuşmak, yazmak lazım. AB’dekilere “Ortak dünya görüşümüze, geleceğin toplumuna ilişkin tasavvurumuza, tablonun bütününe bakın kardeşim” demek lazım. “Konjonktüre bağlı kısa süreli sapmalara kulak asmayın “ demek lazım. “Size, ‘Biz Batı’dan bilim almadık; ahlaksızlık aldık’ diyen zihniyet bizden daha mı yakındır?” diye sormak lazım. Ve en önemlisi dünya ve Avrupa soluyla uluslararası platformlarda, solun evrensel değerleri ekseninde buluşmak lazım.

SOSYAL DEMOKRASİ VAKFI (SODEV) BAŞKANI AYDIN CINGI

Deniz Feneri

5 Eylül 2008 Cuma

Sınır Dinlemiyorlar Maşallah

Almanya'daki Deniz Feneri davasının iddianamesinde, soruşturmaya müdahale etmeye çalışan Türk Hükümeti'nin sanıkların tutukluluğun sona ermesi için baskı yaptığı öne sürüldü. Şirket sahiplerinin Milli Görüş ve AKP'ye sıkı sıkıya bağlı olduğunun vurgulandığı iddianamede, Türkiye'den sanıklar lehine girişimde bulunulduğu ve soruşturmalara siyasi etki yapılmaya çalışıldığı kaydedildi. Frankfurt Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen Deniz Feneri e.V. davasındaki suçlamalar, Türkiye'deki muhatapları tarafından reddedilirken, yeni iddialar da gündeme gelmeye devam ediyor.

Artık Türkiye de kesmiyor, yurtdışına ihraç ediyoruz "demokratik" yargıya baskı hadisemizi. İşine gelince "yargı tam bağımsızdır" demesini de biliyorlar tabi. Bu arada bir korgeneral Ergenekon safsatası kapsamında tutuklanan iki ordu komutanını ziyarete gitmiş; hii nasıl baskı yapıyorlar yargıya, görün işte gitti demokrasi vah vaaah..




Taksim

Sevemedim, sevmeyeceğim..

Memura Sadaka Gibi Zam


Bireyin refah düzeyi açısından bir önceki dönemle aynı kalabilmesi için gelirinin enflasyon artışı ve ülkenin ekonomik büyümesinin (çünkü bu büyüme ile ülkenin refah düzeyi yükseliyor) üzerinde bir gelir artışı sağlaması gerekir.
Geçen hafta memur sendikalarıyla hükümet arasındaki toplu sözleşme sonucunda ortaya çıkan zam oranı İslami anlamda değil de, halk arasındaki anlamıyla sadakaya benzedi. Çünkü son derece yetersiz..
Tablo açıkça gösteriyor ki, memur zammı son üç yılda hiçbir durumda memurun toplumdaki yerini korumamış. 2008 yılında enflasyona karşı korumamış. 2007 ve 2009 yıllarında da memurlar genel refah artışından pay alamamış. Bırakınız geçmişteki zararların telafisini.
Peki, memurun hakkını kim koruyacak? Ya oy verdiği hükümet, ya da kaydolduğu sendika. Aslında ne güzel değil mi? Ancak tam tersi oluyor.
Sendika hükümetle arası bozulmasın istiyor. Yani aslında memurdan yana değil. Hükümet de IMF ve mali piyasalarla arası bozulmasın istiyor. Böyle olunca memur da öksüz kalıyor. Öksüz ve yetime de sadakadan başka bir şey düşmüyor.

4 Eylül 2008 Perşembe

Fındık

Fındık taban fiyatı her yıl ağustos başında açıklanırken bu sefer ayın sonunda açıklandı. Geçen yıl 5 YTL olan fiyat (2007 genel seçimleri olduğundan bu kadar verildi, sonucu olumlu bir şekilde yansıdı AKP'ye) bu yıl 4 YTL’ye indirildi... Tüccar bu durumda fındığa çok çok 2.5 - 3 YTL verir. Üretici kavrulur.
Oysa geçen yıldan bu yana sadece gübre yüzde 100’den fazla zamlandı... İşçi ücretleri, ilaçlama, patoz fiyatları cabası...
Bu yıl, kademeli fiyat uygulamasıyla fındığını geç satana daha yüksek fiyat verilecek.
Ekonomik durumu iyi olmayan, paraya sıkışmış üreticiler fındığı ucuz fiyattan satacak, ekonomik durumu iyi olan üreticiler ürünü bekleterek aralık ayında yüksek fiyata satabilecekler...
Dayanma gücü olan üretici bu şekilde ödüllendirilecek. Parasız biraz daha ezilecek...
Paraya acil ihtiyacı olan üreticiler tüccara 3 YTL gibi bir fiyattan satacak, dayanma gücü olan tüccar da 3 YTL’ye aldığı fındığı 5 YTL’ye satıp yüzde 66 kâr edecek..

"Milli" Görüş, Yersen

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından hapis cezası affedildikten sonra ilk defa cumada halk arasına çıktı.
Her zamanki gibi ceketli, kravatlı ve şıktı. Ama çok yaşlanmıştı. Sırtı kamburlaşmıştı. Küçük adımlarla, güçlükle yürüyordu. Kolunda iki kişi vardı. Onu adeta sürükleyerek camiden içeri soktular.
Namazdan sonra kameraların karşısına çıktı. Konuşması da yavaşlamıştı. Ama, hâlâ kelimeleri şekerleme gibi emdikten sonra, her birini itinayla teker teker ambalajlayıp ağzından çıkarıyordu.
Konuşmaya başlar başlamaz, 82 yaşındaki Necmettin Erbakan’ın eski Erbakan olduğu anlaşıldı. Meydan okuyan, pişman olmamış, bıraktığı yerden başlamaya hazır.
Bu bizim siyasi liderlerin bir özelliği: Politikayı ayaklar önde terk ediyorlar. İnönü öyle idi. Ecevit öyle idi. Demirel (Allah gecinden versin) öyle olacak.
Bu değişmemek. Yaşlanmak ama olgunlaşmamak.
Özden çok “avaz” olmak.
Sis bulutu içinde iş görmeyi sevmek.
Şaşırmaca, yanıltmaca, kandırmaca uzmanı olmak.
Olduğun gibi görünmemek, göründüğün gibi olmamak.
Erbakan’ın ortaya çıkmasından birkaç gün önce eski bir Hazineci arkadaşımdan mail aldım. Mail’in ekinde Erbakan’ın başbakanlığından (Haziran 1996-Haziran 1997) kalma bir bakanlar kurulu kararı vardı (Tarih 20/3/1997, No. 9532) Kararnamenin konusu Ilısu baraj ve hidroelektrik santralının inşasıydı.
“Milli” Görüşçü Erbakan bu kararnameyle “baraj ve hidroelektrik santral inşaatının... UBS bankasınca yeterliliği kabul edilecek inşaat firmaları arasında kurulacak ortaklık” tarafından gerçekleştirilmesini emrediyordu.
UBS bir İsviçre bankasıdır. Yabancı bir bankaya Türkiye’de yapılacak bir barajın müteahhitlerini elekten geçirme yetkisi vermek normal bir uygulama değildir. Ne bizde, ne de başka ülkelerde. Sömürgeler hariç.
O zaman Erbakan bir “gâvur” bankasına neden bu olağandışı görevi vermiş olabilir? Ne karşılığına? Belki gelecek cumadan sonra bunu açıklar.
Sonuçta, Erbakan’ın Ilısu üzerine baraj yapma girişimi Hasankeyf dolayısıyla kopartılan uluslararası papara nedeniyle terk edildi. Erdoğan ikinci bir deneme yapıyor ama büyük bir olasılıkla o da aynı nedenlerle yakında başarısızlığa uğrayacak.
Unutmadan. Kararnamenin altında sadece Erbakan’ın (ve Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel’in) imzası yoktu.
Aynı kararnamede yakından tanıdığınız birçok kişi var.
Mesela: O zamanlar Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Tansu Çiller. Devlet Bakanı Abdullah Gül. Maliye Bakanı: Abdüllatif Şener. Ve o diğer ünlü siyaset maratoncusu: Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Recai Kutan.
Birçok politikacının konuşmalarından Amerikalıların bullshit dedikleri zırvaları sıyırıp atacak olursanız geriye ne kalır?

Yazı: Metin Münir

Melih Aşık

Yazılarını daima takip ettiğim, bloga da koyduğum Milliyet gazetesi yazarı Melih Aşık yine harika iki yazı yazmış, noktasına virgülüne kadar % 100 katılıyorum.

Ergenekon iddianamesinin ek dosyasına nasıl olmuşsa gazeteci Şaban Kalafat ile eski milletvekili Emin Şirin arasındaki bir
telefon konuşması da girmiş. Konuşmada, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’nın iki hâkim ile bir savcıyı satın aldığı iddia ediliyor... Hayati Yazıcı Milliyet’e demecinde:
- Bu alçakça bir iftira, diye ateş püskürüyor.
Ergenekon iddianamesi malum, başta sona AKP muhaliflerine yönelik suçlamalarla dolu. Araya iktidar mensuplarının tek tük konuşmaları giriyor. Örneğin Tayyip Erdoğan’ın Mehmet Ağar’a 60 milyon dolar verdiği. Erdoğan’ın Büyükanıt’la konuşmaları vs... Bunlar derhal “alçakça iftira” oluyor. Hapiste yatan savunmasız kişilerle ilgili iddialar ise adeta gerçeğin ta kendisi! AKP’li basın, iddiaları kesinleşmiş suçlar gibi veriyor. Yalanlamalara yer vermiyor. İktidar çevreleri başkalarına yönelik hukuksuzluklardan memnun. Sadece mızrağın ucu arada bir kendine dokununca isyan ediyor. Beylerde vicdan, izan, hak, hukuk... Bu kadar...
Eski milletvekili Emin Şirin’in başka gazetecilerle konuşmaları da iddianameye girmiş. Telefonlar hangi izinle dinlenmiş, iddianameye neden girmiş? Meçhul... Bu iddianamede hukuk kaç kez çiğneniyor? Onu da bilen yok.
Bu davanın amacıyla ilgili baştan beri var olan kanı giderek güçleniyor:
“AKP ve ABD’ye karşı olan herkesi birtakım çetelerle ilişkilendirip karalamak, yargısız infaza tabi tutmak, hapiste yatırarak cezalandırmak.”
Benzerine Franco İspanya’sında rastlanabilecek bir dram yaşanıyor...


***

Bu ülke yönetiliyor mu? Bir ülke böyle mi yönetilir? İşe bakın... Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, TIR’ları gümrükte bekleten Rusya’ya kafadan misilleme başlatıyor. Aynı gün Bakanlar Kurulu toplanarak misillemeyi durduruyor. Bakan boyundan büyük işlere kalkışmış, devletin inandırıcılığını üç paralık etmiş. Ama hâlâ koltuğunda...
Rusya ile Kafkasya arasındaki sorunu çözmeye soyunan Başbakan küçük işlerle uğraşmadığından TIR’lar yine gümrükte bekliyor.
Ayrıca hem o hem de Cumhurbaşkanı karar vermesi zor mu zor, hayati önemde bir sorunla karşı karşıyalar:
- Ermenistan’a gitmeli mi, gitmemeli mi? Maçı nerede seyretmeli?
“Dolmayı zeytinyağlı mı yapsak, yoksa etli mi?” ikilemi kadar beyin yıpratıcı bir sorun bu... Günlerdir karar veremiyorlar. Bir davet patlatıp Ankara’nın elini ayağını birbirine dolaştıran Ermenistan Cumhurbaşkanı karşıdan kıs kıs gülüyor.
Derken bir de Dişli olayı çıktı başlarına... Minare kılıfa sığmadı. Dişli Şaban, CHP’nin iftiralarıyla partisi yıpranmasın diye yöneticilik görevinden istifa etti. Ama TBMM’den istifa etmiyor... Partisinin yıpranmasına kıyamıyor ama TBMM’ye kıyıyor. 1 milyar dolar nerede peki? Onun yerini de söylemiyor muzip adam!
Bir de Ataköy olayı var. TOKİ bir yıl önce Ataköy arazisini satışa çıkardı. Arazinin üzerindeki işletme hakkı daha önce 33 yıllığına DATİ adlı bir ortaklığa verilmiş. Bu araziyi kim para verip alır? Sadece DATİ alır. Referans gazetesi, “Adrese teslim ihale” diye kampanya başlattı. İhale iptal edildi. Bu yıl 3 Eylül’de ihale (oyun) tekrarlanıyordu. Meslektaşlar yine “Adrese teslim ihale” diye ayağa kalktı. Yine iptal. Üç beş gazeteci olayı izlemese 3 milyar dolarlık peşkeş gerçekleşecekti. Erdoğan Bayraktar ikinci kez basına yakalanıyor. Devletin en değerli arazilerinin emanet edildiği TOKİ de işte böyle yönetiliyor...
Binmişiz alamete... Ya bir yere toslarız ya da gideriz kıyamete...

Kırmızı Hat Haritası

Alkollü içki için "kırmızı hat" damgalı illerin sayısı 56.
Bu 56 ilin kamu kurum ve kuruluşlarının sosyal tesislerinde içki satılmıyor.
Buna karşın... Belediye lokallerinde içki satılmayan ancak bazı kamu lokallerinde içki yasağı olmayan illerin sayısı 6.
Başta İzmir ve Eskişehir olmak üzere belediye ve kamuya ait lokallerde içki yasağı kesinlikle olmayan illerin sayısı ise 19...
Ramazan'da "onarım, yenileme, tadilat" gibi gerekçelerle belediyeye ve kamuya ait sosyal tesislerde "kırmızı hat"lar daha da genişlemiştir.
"Laik devlet" tanımında ve içki içen-içmeyen hoşgörüsünde yeri olmayan bu uygulamalar, ne yazık ki bir zihniyetin Türkiye haritasına yayıldığının göstergesidir.
Alkollü içki içenlerin de vergileriyle kurulan belediye ve kamu sosyal tesislerine içki yasağı laik devlete ve adalet kavramına aykırıdır.

Şaka Gibi

Cumhuriyetçi Parti’den başkan yardımcısı adayı olan Sarah Palin, Alaska’da Haziran ayında kilisede toplanan papaz okulu öğrencilerine hitaben konuşurken, rahiplerden Irak’taki Amerikan askerleri için duacı olmalarını istedi. “Kadın ve erkek askerlerimiz için dua edelim; onlar doğruluk için çalışıyor” diyen Palin, “Bu ülke için, yöneticilerimiz için, ulusal yöneticilerimiz için dua edelim. Onlar Tanrı’dan gelen bir görev için asker yolluyor. Bu Tanrı’nın planı...” ifadesini kullandı.
Palin, öğrencilerden Alaska’da inşa edilecek 30 milyar dolarlık doğalgaz boru hattı için dua etmelerini istedi ve “Doğalgaz hattını inşa etmek için şirketleri ve şahısları bir araya getirecek olan Tanrı’nın iradesidir. Onun için dua etmeliyiz” dedi.

Eh siyasi ve ekonomik çıkarlarına dini alet etmenin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığını görüyoruz. Doğalgaz borusu için dua etmek nedir lan? :))

Burcu Esmersoy

Calcio Sempre!

Mila Kunis

Petrol Rezervleri Haritası

"Hani lan Türkiye hani?" mi demek isterseniz yoksa "Oğlum bor rezervleri haritası çıksa hepsinin canına okuruz!" mu demek istersiniz?

Dur ya, hem zaten Amerikalılar boru çıkarmamıza izin vermiyor. Zati bizde boru işleme teknolojisi yok. Zati bizde beyin bile yok.

Paolo Maldini

Uyanık Kardeşler

"hammaddelerin üzerinde bulunan artı sıfır sıfır dört iyonlarinin 320 fahrenayt ısısındaki sülfürik asitle karbon monoksitin analizinden meydana gelen aş o aş iki negatif elementinin havadaki bakteriler üzerinde gösterdiği etkiyle mal daha kaliteli çıkmaktadır"

Sosyalizm vs Kapitalizm

Marissa Miller

3 Eylül 2008 Çarşamba

Tehlikeli Bir Yol

Bize ülkemizi nasıl sevmemiz gerektiğini öğretmeye çalışanlar vardır.Doğduğunuz ve uzak yaşayamadığınız toprağı nasıl sevmeniz ya da nasıl sevmemeniz gerektiğini kakarlar kafanıza sürekli. Hain olmamak için onların söylediği gibi sevmeniz şarttır. Sanki aşk başkasının tarifine göre yaşanırmış gibi!
Bize kadınımızı/erkeğimizi nasıl sevmemiz gerektiğini öğretmeye çalışanlar da vardır.Sabah kalktığınızda, gözünüzü açmadan yüreğinize düşen güzelin burnunuzun direğini titretmesi için başkasının tarifine ihtiyacınız varmış gibi.
Bize Tanrı’yı nasıl sevmemiz gerektiğini öğretmeye çalışanlar da vardır. Başınız sıkıştığında, başınıza iyi bir şey geldiğinde, yalnız hissettiğinizde, günahınızdan arınmak istediğinizde, acıya artık dayanamadığınızda gözünüzü kapatıp yakarmak ya da şükretmek için başkasının tarifine ihtiyacınız varmış gibi.

İşte hayatta korkmanız gereken adamlar bunlardır! Aşkı tarif eden sevgi totaliterleri…
Renklere vurulmak, bir futbol yıldızına âşık olmak, acılarını ve mutluluklarını bir kulüple birlikte yaşamak da tarife tabii değildir.
Benim takımıma vurgunluğum, tribünde hemen yanımda oturanın aşkıyla aynı olmayabilir. Öte yandan takımından on binlerce kilometre uzakta hayatını sürdürüp internet başında aşk yaşayanla, her hafta locada oturup viskisini yudumlayanın da benzer olabilir tutkusu. Her hafta otobüsle deplasman kovalayanın aşkıyla, heyecandan senelerdir maça bakamayanınki farklı olabilir. Sağcının takımına aşkıyla, solcunun aşkı da bazen benzeş…
Takıma vurgunluk özeldir. Çeşitlidir. İkiz kardeşte bile DNA aynıdır, ama belki takım aşkı farklı. Saracoğlu’nda herkes Fenerbahçe’ye âşıktır, ama herkesin Fenerbahçesi farklıdır.
Ben bir stada gittiğimde önce pankartlara bakarım bu yüzden. Nabzı orada dinlersin çünkü. Kale arkasında bir duygu vardır, bazen hemen yanında başka bir duygu. Bazen isyan, bazen teşekkür. Bu nabız atmazsa, tribün yaşayan bir ölü olur. O kulüp de…
Fenerbahçe Stadı’nda yaşanan pankart yasağı (bu hafta sadece zafer bayramı ilintili pankarta izin verildi) ve taraftarın tektipleştirme çabası bu yüzden fazlasıyla dikkat çekici ve üzerinde durulasıdır. Aslında üzücü, sıkıcı ve çok da tehlikeli…

Endüstriyel futbol işine gereğinden fazla kafayı takmış, stat konforunun her şeyden önemli olduğunu bilen bir adam yazıyor bunları. Yıllardır eğer dünya futbolunun önemli bir parçası olacaksak statları değiştirmemiz, taraftar/seyirciyi yeniden organize etmemiz gerekir diyen biri.
Ama sınır aşılıyor Saracoğlu’nda…
Renk azalıyor. Doğru yolda 8 yıldır seyreden arabanın frenleri artık tutmuyor gibi. Bunun adı hiç tereddüt etmeden söyleyeyim, totalitarizmdir. Sevgiyi ve taraftarı tektipleştirme, elitleştirme hareketi.
Ama Fenerbahçe bir zenginler kulübü, elitler derneği değil ki… Hiçbir kulüp öyle olamaz ki!
Yönetimin stada astığı ‘Tek kimlik Fenerbahçelilik’ pankartı da fena halde 30’larda Almanya ya da İtalya söylemlerine benziyor.
Niyetin ne olduğunu anlamakla ve iyi niyetle yola çıkıldığını bilmekle birlikte bu yolun çok tehlikeli olduğunu vurgulamam lazım.
Bir taraftar suç işliyorsa, başkalarını rahatsız ediyorsa, huzuru kaçırıyorsa cezalandırılır, hakları elinden alınır. Suç bireyseldir. Yapan cezasını çekmeli sonuçlarına katlanmalıdır.
Ancak birileri rahatsız oldu diye tüm örgütlenmeleri yasaklamaya çalışmayı da 30’larda Almanya ve İtalya’da bıraktığımızı sanıyordum. Ya da doğu sınırımızın hemen dışında.
Fenerbahçe Yönetimi, bir kişi bile rahatsız olsa onun sorununu çözmeye çalıştığı için alkışı hak ediyor.
Ama kimsenin, kimseye, kimi, nasıl seveceğini, aşkını nasıl yaşayacağını öğretme hakkı da yoktur.
Aşkı tarif edenden, böyle seveceksin diyenden korkacaksın en çok. Çünkü en büyük günah sevgi totalitarizmidir.

Yazı: Mehmet Demirkol

2 Eylül 2008 Salı

Gerçek

-Az önce "Kürt meselesine el atan kaybeder" dediniz, o zaman AKP nasıl oldu da kaybetmedi?

-Çünkü AKP sorunu çözeceğine dair bir inanç yarattı; çözmeye uğraştı demiyorum, ama onun havasını yaratarak oy topladı. İkincisi de Kürtlerin muhafazakârlığını çok iyi kullandı. Yoksa AKP'nin esas itibariyle yaptığı hiçbir şey yoktur. Bu bölge halkı için kritik eşik dediğimiz meseleler yine DSP-MHP-ANAP zamanında çözülmüştür.
DİYARBAKIR BAROSU BAŞKANI AVUKAT SEZGİN TANRIKULU

AKP için "demokrasi ve özgürlüğü getirerek Türkiye partisi oldu, o yüzden Kürtlerin oyunu topladı,tam bir Avrupai demokrasi canım." diyenlere selam olsun.

Rambo v.2


1 Eylül 2008 Pazartesi

İddianamede Günün Komedisi

Şaban Kalafat: Adam (Erdoğan) o kadar akıllı ki, bak Abdülkadir Aksu'yu tasfiye ediyor, tasfiye ederken Aksu'nun otuz yıllık arkadaşı olan Cemil Çiçek'i birinci başbakan yardımcılığı vererek sus payı veriyor ve Abdülkadir Aksu'yu satmasına vesile oluyor.
Emin Şirin: Cemil Çiçek'e sattırdılar Aksu'yu...
Şaban Kalafat: Satıldı ama Kalyon İnşaat dik durdu. Halbuki o Hasan Kalyoncu, ki parasını kendi cebinden verdi, Recep Tayyip Erdoğan minareler süngü şiirinden yargılanırken...
E.Ş: Biliyorum, biliyorum...
Ş.K: O zaman Hayati Yazıcı avukatıydı, üç hakimden iki hâkimi ve savcıyı satın aldı Kalyon'un verdiği parayla ama Abdülkadir Aksu'yu bakan yapmadı diye Kalyon inşaat bütün işlerden çekildi, mesela Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı işlerden metrobüs işini bıraktı falan...
E.Ş: Helal olsun...
Ş.K: Ya adam böyle de tavır koydu, niye çünkü Kalyon'un büyük ortağı Abdülkadir'di...
E.Ş: Abdülkadir ne yapacak şimdi?
Ş.K: Abdülkadir Abi şu anda hiçbir şey yapmayacak, bekle gör... Çalışırlarsa Melih'le (Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek) beraber çalışabilir, çünkü Melih'in bir daha aday olma şansı yok
E.Ş: Onlar Melih'le ekip yapacaklar...
Ş.K: Evet Melih'le birlikte, çünkü Melih dikkatinizi çekiyorsa etrafını hep boşaltıyor, bürokratlarının hepsini tasfiye ediyor, kendisine yeni bir ekip oluşturmaya çalışıyor, çünkü başına geleceği biliyor.
E.Ş: Evet
Ş.K: Bütün eski ekibi Tayyip'e yakın, Abdullah'a yakın ne kadar ekip varsa onları boşaltıyor, şirket genel müdürlerini yok işte orda bilmem ne su işleri genel müdürü kimse onu ASKİ'yi, EGO'yu megoyu hepsini boşaltıyor...
E.Ş: Ama kongrede birşey yapamaz, Tayyip çok kuvvetli...
Ş.K: (...) Ben bu Tayyip denilen adamı da çok iyi tanırım yani. Mesela Erhan Göksel, Mesut Yılmaz'ın danışmanıydı ama 94 öncesi parayı bastırıyordu VERSO'ya, Erhan Göksel'e... Seçimlerde hep Refah Partisi'ni birinci gösteriyordu, veyahut ikinci üçüncü gösteriyordu ki potaya girsin diye...
E.Ş: Parayı veren de Ahmet Ergün...
Ş.K: Ahmet Ergün bond çantayla veriyordu, bende resimleri var.
E.Ş: Biliyorum canım, hepsini biliyorum
Ş.K: Tayyip Erdoğan da beni kovduydu, Albayrak'ın makamında vermişti. O zaman alt katta Refah Partisi vardı üst katta da Ahmet Albayrak... Topkapı'daki bina... Sen ne arıyon lan orada
E.Ş: Evet
Ş.K: O zaman Albayrakların şirket merkezi oraydı, Tayyip beni bi gördü, "Sen ne arıyon lan burada" dedi. "İn aşağı" dedi bana, çünkü ben Tayyip'le 86'dan beri çalışıyordum. Yani bağırsağının nasıl yattığını bilirim...
E.Ş: Evet...
Ş.K: Milli Gazete'den nasıl 300 bin lira maaşı ben kendim elden götürdüğümü bilirim, beyaz zarfın içinde
E.Ş: İyi güzel de şimdi maşallah çok zengin bi adam oldu...
***
Şimdi diyeceksiniz ki bunun nesi komik? Komik olan şu, ne konuşmanın içeriği Ergenekon ile ilgili, ne de konuşmayı yapan biri milletvekili diğeri gazeteci hakkında dava falan açılmş değil. Eski milletvekili Emin Şirin'in AKP'nin iç muhaliflerinden olduğunu da hatırlatalım, daha da komik olsun. :)
***
Bu arada bloga yazamadığım bir diğer komedi ise iddianamenin üzerine kurulduğu Tuncay Güney'in ifadesinden. Güney, ifadesinde Ergenekon örgütünün 1977'de kurulduğunu, Kıbrıs barış harekatından sonra iki kısıma ayrıldığını iddia ediyor. Komik olan şu, Kıbrıs harekatı 1974'te yapıldı, yani Güney'in kuruluş yılı olarak söylediği 1977'den üç yıl önce :)

Sanayicinin Kur İsyanı Muamması

Başlıktaki “muamma” sözcüğünü yadırgayanlar olduysa Arapça kökenli olan bu sözcüğün “bilmece” anlamına geldiğini belirteyim. Bilmece yerine muamma sözcüğünü kullanmamın nedeni ise, sözünü ettiğim bilmecenin öyle sıradan bir bilmece olmadığını vurgulamak istemem.

Erdal Sağlam’ın dünkü Hürriyet’te yer alan yazısının başlığı şöyleydi: “Sanayicinin kur isyanı büyüyor.” Sağlam, “Önemli olan paranın değerini korumak” diye yazdığı için kendisine bir e-mail mesajı gönderen Petkim Genel Müdürü Kenan Yavuz’un tepkisini dile getirmiş. Sayın Yavuz’un da pek çok sanayici ve ihracatçı gibi, “yüksek faiz - sıcak para girişi - değerli TL” politikasının sanayimizi nasıl çökerttiğini vurguladığı anlaşılıyor. Bu düşünceyi paylaşan ve cari açıktan kurtulmanın tek yolunun faizleri düşürerek kuru yükseltmek olduğunu savunan önemli köşe yazarları da var ülkemizde.

28 Ağustos tarihli Hürriyet’te de şöyle bir başlık vardı: “Sanayicinin ikinci ligi kambiyodan kazandı, patronu kur korkusu sardı.” Haberde gene bir sanayicinin, üstelik de İstanbul Sanayi Odası Başkanı olan bir sanayicinin, Sayın Tanıl Küçük’ün dile getirdiği kaygıya değiniliyordu. İkinci 500 Büyük Firma anketinin sonuçlarını açıklarken, ikinci 500 firmadaki kârın önemli bir bölümünün de ‘düşük kur - değerli TL’ sayesinde elde edilmiş olduğunu açıklayan Sayın Küçük, “Olası bir kur artışında reel sektör ciddi bir risk taşıyor”, demiş.

BDDK Başkanı Tevfik Bilgin de özel sektörün 120 milyar dolarlık dış borcu bulunduğunu hatırlatarak, “Kurlarda bir hareket olduğunda bizim reel sektör şirketlerinin bir kısmı hiç bilmediğimiz yabancıların eline geçebilir mi?” sorusunu sormuş. (Hürriyet, 30.08.08) Bu konuda hükümetin bakanları arasında da farklı görüşlerin dile getirildiğini biliyoruz.
Bir yanda bu politikaya devam etmenin sanayimizi ve ekonomimizi batıracağını iddia edenler var, diğer yanda ise bu politikanın terk edilmesi ya da çökmesi halinde yaşanacak olan kur şokunun sanayimizi ve ekonomimizi çok ciddi riske sokacağını iddia edenler. Var mı bu muammayı çözecek olan?

İftar Çadırı

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, CHP’li Bakırköy Belediyesi’nin iftar çadırını engellemek istemiş.
Din ticaretinde rekabete tahammül edemiyorlar anlaşılan...

Korkutucu Misilleme!!!


Rusya’nın Türk TIR’larını gümrük kapısında bekletmesi üzerine Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen:
- Misilleme yapacağız, dedi.
Türkiye’nin Rus gemilerine Boğaz geçişlerinde zorluk çıkaracağı söyleniyor...
Eğer “misilleme” fikrini Amerikalılar verdiyse bunun anlaşılır yanı olabilir. ABD, Rusya ile Türkiye’yi kapıştırmakta elbet fayda görür.
Eğer fikir Kürşad Tüzmen ya da hükümetin ise... Akıl almaz bir aymazlık...
Görüşmelerle çözülebilecek bir problemi misillemeyle tırmandırmak akılsızlığın dik âlâsı olur. Üstelik yenik düşeceğin baştan belli. Adam gazı kesti mi işin bitti... Ne akıl?

Bir Bilim Adamı, Bir Bilim Adamını Anlatıyor...

BUGÜN size bir bilim adamını tanıtacağız; daha doğrusu, bir bilim adamını yine bir bilim adamından naklen anlatacağız.
Tanıtacağımız bilim adamı tıp doktoru Prof. Dr. Alper Demirbaş. Onu bize tanıtan da hukuk doktoru Prof. Dr. Çetin Yetkin...
* * *
PROF. Dr. Alper Demirbaş 40 yaşında profesör olmuş bir bilim adamı. Şu anda 44 yaşında.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra aynı fakültede genel cerrahi uzmanı oldu.
ABD’de Miami Üniversitesi’nde organ nakli ihtisası yaptı. Bunu izleyen yıllarda İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde ve Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nde organ nakli üzerine çalışmalarını sürdürdü. Hemen belirteyim ki, bu üç üniversite de organ nakli konusunda dünyanın en önemli merkezleri.
Türkiye’de çeşitli dernekler tarafından tam 12 kere “Yılın Tıp Adamı” seçildi.
* * *
2004-2008 yılları arasında da Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezi müdürlüğü yaptı. Prof. Dr. Alper Demirbaş, Akdeniz Üniversitesi’nde de ilk karaciğer naklini gerçekleştirdi. Türkiye’de ilk defa böbrek-pankreas nakli programını başlattı.
Doku uyumsuz böbrek nakli programını ilk başlatan yine Prof. Dr. Demirbaş oldu. Kan grubu uyumsuz böbrek nakli programını ilk defa başlatan da bu genç profesör. Müdürlüğünü yaptığı Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezi, geçtiğimiz yıl ABD de dahil olmak üzere tüm dünyada en çok başarılı böbrek nakli yapan merkez oldu.
* * *
AKDENİZ Üniversitesi’nde 2000 yılından bu yana 1800 böbrek-pankreas, karaciğer nakli ameliyatı yaptı.
Her yıl bir önceki yıldan daha çok organ nakli ameliyatı gerçekleştirdi.
Almanya, Hollanda, Kanada başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinden hastalar Prof. Dr. Alper Demirbaş‘ın müdürlüğünü yaptığı Organ Nakli Merkezi’nde ameliyat olmak üzere Antalya’ya geldi.
Yurtdışında en son çalıştığı ABD’de kalsaydı yıllık alacağı ücret 200.000 (iki yüz bin) Amerikan doları olacaktı ama ülkesinde hizmet vermeyi yeğledi.
* * *
PROF. Dr. Alper Demirbaş, gerçekten özverili bir hekim. Öylesine ki tam üç defa, kanamalı hastalara uygun kan bulunamadığı için, kendi kanını bu hastalara vererek ameliyatlarını yaptı ve onları sağlıklarına kavuşturdu. Kendisine hem kan vermek ve hem de aynı hastanın aynı anda ameliyatını yapmak zor olmadı mı diye sorduğumda. “Tabii güç. Ama beni asıl işin psikolojik yönü sarstı, bir yandan ameliyatı yaparken, aynı anda insanın kendi kanının hastaya verildiğini görmek çok şok edici bir şey...” diyecekti.
O dünyada tanınan ve takdir edilen bir hekim, bir bilim adamı.
* * *
HERHALDE bu bilim adamını yeteri kadar tanıdınız değil mi?
Sonra ne oldu?
Şimdi onu anlatalım...
Biliyorsunuz, Üniversitelerarası Kurul Başkanı ve Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Akaydın, YÖK’ün gönderdiği listede de birinci aday olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Gül tarafından seçilmedi, yerine bir tarihçi, Prof. İsrafil Kurtcephe getirildi.
Yeni rektör, Prof. Dr. Alper Demirbaş‘ı makamına çağırdı. Organ Nakli Merkezi müdürlüğünden istifasını istedi; çok da nazikti, kâğıdı ve kalemini uzatarak istifasını yazmasını bekledi.
Peki, niçin?
Tarihçi rektör, Organ Nakli Merkezi’nde kendi ekibiyle çalışmak istiyordu, nasıl çalışacaksa!!!
* * *
ÖYLE mi?
Prof. Alper Demirbaş da istifa etti, ama Organ Nakli Merkezi’ndeki görevinden değil, üniversiteden...
Olan kime olacak?
Hastalara!
Ve Sayın Cumhurbaşkanı “Ben herkesin Cumhurbaşkanıyım!” diyor, takdirleri ortada...

Yazı: Hasan Pulur

Sopalı Demokrasi

Ankara Keçiören'de Belediye'nin maaşlı adamları, gece 23.00'ten sonra içki satıyor diye, dükkânın sahibini sopalarla dövüyorlar.
Üstündeki gömleği bıçakla kesiyorlar.
Güvenlik kameralarından hem bu görüntüler, hem de dayağı atanların ve dövdükleri dükkân sahibinin sesleri alınıyor.
Bu olay nedense medyanın büyük kesiminde görmezden gelindi.
Ankara'nın yetkilileri de, Başbakan Erdoğan'ın söylemiyle, "Gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar" oldu.

Ancak...
ABD Büyükelçiliği konuyla ilgilenince birden kulaklar ve gözler açıldı.
Gerçi "Açıldı da ne oldu?" sorusunun cevabı umut verici değil ama hiç değilse parmaklarını oynattılar.
Ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi zabıta ekibi de Hürriyet'teki yayına göre, bir işportacıyı dövdü.
Olaya müdahale etmek isteyen bir bisikletli de dayaktan nasibini aldı.
Odun, bıçak, sopa da kullanılan olay büyüdü.

CHP'nin tek parti iktidarı döneminde "jandarma dayağı" 1950'de DP'nin sandık zaferi sebeplerinden biri olarak gösterilir.
Yoksa bu kez jandarmanın yerini, bu belediye magandaları mı almakta?
Geçmişe dönük bu yaklaşımdan çok, ileriye dönük bir kaygı bana göre daha gerçekçi.
Yani...
Bu belediye magandaları, tek parti dönemi jandarma dayaklarını hatırlatmıyor ama Humeyni İran'ının sokaklarda devlet terörü uygulayan "devrim muhafızları" için "Özenti adımlar mı?" kuşkusunu veriyor.

Parklarda birbirine yakın oturmuş çiftlere, "Ayrılın ya da kalkın gidin buradan" baskıları, "etek boyları için çatılan kaşlar, atılan laflar" ve "Benim yönetimimdeki bu yörede tek bir içkili lokanta yok" diye böbürlenen, sırtı sıvazlanan belediye başkanları...
Türkiye'de yaşam tarzını değiştirmek tezgâhını yansıtan bu kaygı verici görüntülere önlem olarak yoksa gene ABD Büyükelçiliği'nden "araştırma yapılması" mı gerek? Ağır gelmiyor mu?
Bu lümpenlere ABD Büyükelçiliği'nin değil, Ankara'daki yetkililerin müdahalesi gerekir.
Demokrasi ve farklı görüşlerin birlikte yaşama hoşgörüsü, sadece türbanla sınırlı olmamalı.

Orgeneral Başbuğ’dan Resepsiyonda Tarih Dersi

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla Gazi Orduevi’nde verilen resepsiyonda 30 Ağustos zaferinin siyasi, ekonomik ve diplomatik boyutlarına ilişkin açıklamalarda bulundu. Askeri lisede 30 Ağustos Zafer Bayramını detaylı okumalarına rağmen, bayramın her kutlandığı yıl o günlerde neler olduğunu tekrar okuduğunu anlatan Orgeneral Başbuğ, “Büyük Taarruz’da neler oldu, siyasi, ekonomik boyutu nasıl olmuş, acaba merak ettiniz mi?” diye gazetecilere sordu.

Askeri boyutunu bilindiğini, ancak siyasi, ekonomik, dış politika boyutlarının da önemli olduğunu ifade eden Orgeneral Başbuğ, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Sakarya Meydan muharebesi ne zaman oldu? 1921 Eylül. Büyük Taarruz ne zaman? 26-27 Ağustos. Arada 10 ay var... Bir defa şunu iyi anlayamıyoruz. Atatürk gerçek bir siyaset adamıdır, hem büyük bir liderdir. Atatürk diktatörlükle hiçbir ilgisi yok. Atatürk’ün kanuna, hukuka, yasalara, sisteme uymayan hiçbir hareketi yok ama bugün hala ‘Atatürk diktatör’ diyenler var. Onu okusalar, öğrenseler, şunu yaptı, şöyle yaptı deseler... Sakarya Zaferinin üzerinden 10 ay geçmiş. Meclis’te ne kadar baskı var biliyor musunuz? ‘Ordu niye duruyor, niye taarruz etmiyor?’ Korkunç baskı var, ağır eleştiriler var.”

Büyük Taarruz öncesinde askeri ve teçhizat yönünden çok iyi hazırlık yapılması gerektiğini, o günün parasıyla 2 milyon lira paraya ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan Orgeneral Başbuğ, şu ifadeleri kullandı:

“Atatürk, Maliye Bakanını çağırıyor. ‘Bu parayı bulacaksın’ diyor. Bakan diyor ki, ‘Efendim, Sakarya Zaferi için halk malının yüzde 40’ını verdi’. Tekrar vergi koyuyorlar, yine de 2 milyon lirayı bulamıyorlar. Atatürk, ‘Müslümanlardan gelen 600 bin lira bankada kasada duruyor, onu veriyorum ama gerisini sen bulacaksın’ diyor. Osmanlı Bankası’na, ‘Bize, 1.5 milyon lira verirsiniz, yoksa şubelerinize el koyarız’ diyor. Yöneticiler yabancı. Ertesi gün 1.5 milyon da oradan geliyor. Burada çok güzel bir siyaset var. Şubat 1922’de Türkiye’nin barış görüşmeleri istediğini biliyor musunuz? Burada uluslararası diplomasi var, zaman kazanma var. Hatta onun üzerine cevap da geliyor.”

Taarruzun yapılacağını sadece Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın bildiğini belirten Orgeneral Başbuğ, 6 Ağustos 1922’de Atatürk’ün Bakanlar Kurulu’nu toplayarak, taarruz için onay istediğini ve “Zamanını bana sormayın” dediğini kaydetti. Orgeneral Başbuğ, taarruza ilişkin tartışmalar üzerine İnönü’nün siyasi ağırlığını koyarak, “Mustafa Kemal Paşam. Bütün arkadaşlar fikirlerini söylüyor ama siz Başkomutan olarak emir verdiğiniz an olay biter” dediğine işaret etti.

Orgeneral Başbuğ, harekatın her şey hesap edilerek 26 Ağustos’ta başladığını ifade ederek, güneydeki cephenin yarılamadığını, olayı gören Atatürk’ün “Yunanlılar burada çok iyi savaşıyorlar, dağılacaklar” dediğini vurguladı.

Bu harekatın 5 gün sürdüğüne, Yunan ordusunun 200-220 bin askerden oluştuğuna ve Yunanlıların bazı kitaplara göre 100 bin asker kaybettiğine işaret eden Orgeneral Başbuğ, “Böyle bir muharebe yok. Dünya tarihine bakın, yüzde 65’i bir ordunun, 5 günde imha oluyor. Korkunç bir olay” dedi.

Sakarya Zaferi öncesinde halkın elindekinin yüzde 40’ını verdiğini ve 5 günde 200 bin kişilik bir ordunun yüzde 65’inin imha edildiğini hatırlatan Orgeneral Başbuğ, “Bizim şehidimiz kaç? 2 bin 700 civarında. Müthiş bir olay” diye konuştu.

Orgeneral Başbuğ, Atatürk’ün bu durumda risk aldığını belirtti.