22 Kasım 2008 Cumartesi

Milyonlarca Taraftarın Yanyana! :)

Milan'da Forma Savaşı

David Beckham'ın gelişiyle Milan'da durum budur..

Sen Ağlama, Dayanamam

İçeride Hazine mi Var?

Kayserispor maçı Maraton Üst Tribün girişi..

Sıradaki Gelsin

Son 25 yılda Fenerbahçe’den 4 veya daha fazla gol yemeyen hiçbir Galatasaraylı kaleci olmamış. İşe o maçlar ve o maçlarda gol yiyen kaleciler:

05.06.1983 Türkiye Ligi Ali Sami Yen Stadı : 4 - 4
GS kaleci: Haydar Erdoğan


03.05.1989 Türkiye Kupası Ali Sami Yen Stadı : 4 -
GS kaleci: Zoran Simovic

15.04.1990 Türkiye Ligi Fenerbahçe Stadı : 5 - 1

GS kaleci: Zoran Simovic


11.08.1990 TSYD Kupası Fenerbahçe Stadı : 5 - 2

GS kaleci: Hayrettin Demirbaş


22.04.1992 Türkiye Ligi Fenerbahçe Stadı : 5 - 2

GS kaleci: Hayrettin Demirbaş


03.08.1994 TSYD Kupası Fenerbahçe Stadı : 4 - 3

GS kaleci: Hayrettin Demirbaş

08.09.1996 Türkiye Ligi Ali Sami Yen Stadı : 4 - 0
GS kaleci: Hayrettin Demirbaş

07.02.2001 Türkiye Kupası Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı 4 - 4
GS kaleci: Claudio Taffarel


06.11.2002 Türkiye Ligi Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı 6 - 0
GS kaleci: Faryd Mondragon

22.04.2006 Türkiye Ligi Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı 4 – 0

GS kaleci: Faryd Mondragon


09.11.2008 Türkiye Ligi Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı 4 – 1
GS kaleci: De Santis


2 maçta 4, 2 maçta da 5 gol yiyen Hayrettin Demirbaş son yılların 4 veya daha fazla gol yeme liderliğini sürdürmektedir.

Faryd Mondragon ise bir maçta 6 gol birden yiyerek kendi alanında farklı bir rekora imza atmıştır.

Öyle Bir Sevgi ki..

o malum yere,
çatonun yerine gidiyoruz,
günlerden pazar,
ağustosun 17'si,
akıllarda o uğursuz gün var,
sanki bişeyler konuşsak konu dönüp dolaşıp o güne gelecek,
sanki böyle susunca herşey bitmiş,
unutulmuş,
hatta belki de hiç yaşanmamış varsayılacak...
bizim şoför(nihan) seri kullanıyor arabayı,
kızımla (deniz naz) arkadayız,
yavaş sür diyoruz,
sarsma bizi..
hava tarifsiz sıcak,
deniz nazın albümünü dinliyoruz,
kendi seçti şarkıları,
sırasıyla çalıyor,
4 peynirli pizza hepsi söylüyor,
ardından bana bir masal anlat baba d. köroğlu,
3 numarada 100 yıl önce doğdu şanlı efsane yer alıyor,
hep birlikte tempo tutuyoruz...
17 ağustosu unuttuk
***
havran - akçay arasında,
tek gidiş tek geliş şerit olan yoldayız,
yolun sağlı sollu kenarlarında tabelalar var,
ben de tabelaları okuyorum,
birinde şöyle yazıyor,
"organik köy kahvaltısı verilir",
bu ne ki len?
hem organik,
hem köy,
hem kahvaltı,
ulen diyorum kendi kendime,
etkili oluyor herhalde cümlenin başına organik kelimesini koymak,
kesin kandırdıkları oluyordur..
***
derken başında organik olmayan bir tabela görüyoruz,
gözleme ayran...
bu dur deyip hafif topraklı yola girip şoföre arabayı parkettiriyoruz,
büyük bir çeşme yapmışlar buz gibi su akıyor,
4-5 adet masa var,
masaların üzerinde asmalar tamamen kapamışlar hain güneşin ışınlarını..
en kenardaki masaya oturuyoruz,
derken O geliyor...
hafif kulağıma eğilip sadece benim duyabileceğim tonda soruyor;
"abi feneriumdan mı aldın onu?"
adı ismet..
12-13 yaşlarında,
merak ettiği küçük bir çanta FB amblemi olan,
nihan almıştı bikaç yıl önce,
hediye babında..
"evet" dedim,
devam etti ismet,
"2 hafta önce fenerium tırı geçti buradan,
ayvalığa gitti,
el ettim durmadılar,
aslında dursalardı,
bi tane güiza forması alacaktım,
bir atkı,
bir de çanta.."
içimden;
"ah be ismet onları parayla satıyorlar,
bedava dağıtmazlar ki.." diyecektim,
koynundan küçük bir kese çıkardı,
"tam 100 ytl var abi,
bu yaz biriktirdim,
dursalardı alacaktım,
ama yarın yine geçecekmiş tır,
bu kez önüne bile atlarım gerekirse..."
***
gözlerim ıslandı,
öylece kalakaldım,
hani o an sihirli lambada ki dev olsaydı da,
sorsaydı,
dile benden 3 dilek sahip diye,
1 derdim tırı getir,
2 derdim güizayı getir formasını imzalasın,
son olarak ismete taraftar kartı hem de platin olanından
***
ismet yaz boyunca orada çalışıyor haftada 40 ytl alıyormuş,
köyü çalıştığı yerin bir-kaç km uzağında,
okulu eve epey bir uzakmış,
her gün 5-6 km yürüyormuş,
bazen diyor ismet,
yolun kenarına geliyoruz arkadaşlarla,
okula giderken bizi alıyorlar,
yürümekten kurtuluyoruz,
kışın çok zor oluyor…
***
3 gözleme 3 ayran ardından 4 çay ısmarlıyoruz,
hiçbirşey konuşmadan,
yiyoruz,
içiyoruz,
deniz naz soruyor,
"baba tır neden durmamış?"
"görmemiştir kızım ismet abiyi" diyorum,
yoksa durma mı???
***
hesabı istiyorum,
"8 ytl versen yeter" diyor ismet,
ben 10 veriyorum hadi üstü senin olsun diyorum,
"saol abi" diyor,
arkasından bakıyorum,
cebinden biraz bozukluk çıkarıp kasaya veriyor,
bi dakka bi dakka nooldu diye içeri koşuyorum,
ve öğreniyorum,
hesap 11,25 tutmuş,
çayları ismet ısmarlamış bize...
***
oradan ayrılıyoruz,
bize okçunun selamını vererek uğurluyor,
biraz eskiydi ama,
çanta ismette…

rastafari (5 eylül 2008)

Rachael Yamagata-I'll Find A Way


I'll find a way to see you again
I'll find a way to see you again

I used to think that anything I'd do
Wouldn't matter at all anyway
But now I find that when it comes to you
I'm the winner of cards I can't play
Wait for me, wait for me
Darling, I need you desperately, desperately here

And I'll find a way to see you again
And I'll find a way to see you again

The rain is like an orchestra to me
Little gifts from above meant to say
Girl, you falling at his feet
Isn't lovely or stunning today
Wait with me, wait with me
I'm alive when you're here with me, here with me, stay

And I'll find a way to see you again
And I'll find a way to see you again

Why do the street lamps die
When you're passing by
Like a hand that won't stay on my shoulder tonight
If you held me close, would you laugh it away
Would you dare the glance that I steal to stay

And I'll find a way to see you again
Yes, I'll find a way to see you again
I'll find a way, a way, a way to see you again
I'll find a way, a way, a way to see you again
I'll find a way, a way, a way to see you again
The rain will bring, the rain will bring, the rain will bring, bring, bring me down
The rain will bring, the rain will bring, the rain will bring, bring, bring me down
The rain will bring, the rain will bring, the rain will bring, bring, bring me down

Doutzen Kroes

Erin McKeown-Cosmopolitans

Cosmopolitans and ladies
Looking for pills in draperies
Separate bedrooms and attached baths
While the precious don't quite understand and
Quietly slip off to beauty

Painless! don't you wish you were weightless!
Famous! from this moment you're fated!

Panic! makes quite a morning cocktail of insecurity
A fallen pancake breakfast for two and
The ladies choice of partners varies
From evening to evening
The loneliness is expected if not predicted

Small time! and you're dreaming of the big lights!
Screen life! you went looking for a good time!
Painless! don't you wish you were weightless!
Famous! from this moment you're fated!

A life on the boards spilled over to the coast
And maybe down to the beach
It's a new medium pleasure to
Re-take and re-shoot only
To pull focus before distribution

Small time! and you're dreaming of the big lights!
Screen life! you went looking for a good time!
Painless! don't you wish you were weightless!
Famous! from this moment you're fated!

Advice, agents, and taped late night whiskey
Tiny cups for a tiny lady
Opera heels are swiftly growing indecent
And a lady in descent
Falling forward towards the
Cosmopolitans and ladies
Looking for pills in draperies

Small time! and you're dreaming of the big lights!
Screen life! you went looking for a good time!
Painless! don't you wish you were weightless!
Famous! from this moment you're fated!

21 Kasım 2008 Cuma

Issız Adam

Issız Adam hakkında: Yüksek dozda spoiler içerir

Issız Adam muhabbeti açıldığında uzaklaşıyordum bugünlerde. Ne eleştirileri okudum ne de hakkında çıkan haberleri. Hiçbir sey bilmeden gitmekti niyetim sinema salonuna. 2005 yazında tek ayak üzerinde yakalamıştı beni Çağan Irmak, Babam ve Oğlum ile. Babasını iki ay önce toprağa vermiş bir babaydım. İlk kez tek başıma seyrettim, ağladım, ikincisinde kalabalıktık yine dayanamadım. Taşranın masumiyeti, usta oyuncular, 70'lerin çocuklarının çektiği acılar... Bizdendi o film. Evde içki, sigara eşliğinde arkadaş grubuyla seyrettiğimde gözünden yaş gelmeyen yakın arkadaşımı da şakayla karışık payladım. "Çağan Irmak tribünlere oynuyor" demişti bana o gece. Unutmadım...

Mustafa Hakkında Herşey, Çağan Irmak'ın Beyaz Türkler'den aldığı intikamdı. İstanbul'u hiçbir zaman sevmediğini anladım o filmden. İstanbul ile bir hesabı vardı Ege'li Çağan'ın. Taşranın çocuklarını başkalaştıran, onların naifliğini, masumiyetlerini elinden alan İstanbul'a kahramanların üzerinden tecavüz ediyordu. Babam ve Oğlum'da politik duruşunu net ifade edemediği yorumlarına pek kulak asmadım. 70'lerin çocuğuydu Çağan, bizdendi, o yaşıyla o dönemi anlatırken ne kadar politik olabilirdi ki? Çocukluk hatıratıydı. İçimizdeki bir dalı yakalamayı başarmış, kah gözyaşı; kah kahkaha ile sulamıştı...

Yönetmen sinemasına inanırım. Sinemada her yeni işin bir öncekinden iyi olmayacağı kuralına da. Bu yüzden büyük beklentilerle gitmedim Issız Adam'a. Babam ve Oğlum'dan sonra illa ki ağlatmıştır diyenler gibi cebime mendil de sıkıştırmadım. Zaten sonbahar, zaten pis puslu içimi titren bir hava var şehirde, ağlayacaksak ağlayacaktık işte...

Bol soslu Cihangir Cumhuriyeti aşk hikayesiyle tribünlere oynamış Çağan Irmak. Yakın dostuma hak verdim. Issız Adam, 80 ve sonrası doğanların yakalayacağı bir film değil. Yaşı 30 üstü olan-50 ve üstünün de vah vah bizim çocukların haline diyeceği- metropol insanına "bak kardeşim bu sensin" tokatı kendince. 20'li yaşlarını yaşayanlar bu filmden geri dönüp ne çıkartırlar hayatlarından bilemem. Bildiğim belki gelecekte kendilerine örecekleri kozaların çok daha sıkı olacağı...

Her türlü önyargılarına, evhamlarına rağmen iyi bir gözlemci Çağan Irmak. 30 yaş üstü bekar metropol erkeklerin aradığı kadın tipini ve bir alt kuşak kadının kendi kuşağında arayıp da bulamadığı, yemiş, yutmuş, kendi ayaklarının üzerinde duran-acaba?-sofistike ve romantik erkek arayışını iyi modellemiş Issız Adam'da. Karakterler klişeler üzerine kurulmuş olsa da, herşey Cihangir Cumhuriyeti'nin yasalarına uygun!

Bütün hikaye de o cumhuriyetin sınırları içinde dönüyor zaten. Seyrederken "senaryoyu Leyla'da yan masalara kulak kabartıp mı yazdı?" acaba diye düşündürüyor insanı. Semtin ilişkileri, semtin insanları, semtin kaybedenleri, semtin yalnızları... İkea aşkları...

Başrollerde yüzleri bilinmeyen isimlere yer vermek akıllıca aynı zamanda tehlikeli de. Bu bir film yoksa Beyoğlu'da çekilmiş bir belgesel mi diye ikileme düşürmüyor değil insanı. Evet bu insanlar aslında kendilerini oynuyorlar, tüm tecrübesizliklerine; kötünün iyisi repliklere rağmen rollerinin altından kalkıyorlar (mı acaba?)...

İki saat boyunca gözlem yeteneğiyle gerekli, gereksiz klişelere boğuyor bizi Çağan Irmak. Alper karakteri inandırıcı değil. Ada sevsin diye yaratılmış sanki. Ada, Alper kadar olmasa da o da boşlukta duruyor. Onu da Alper sevsin diye var etmiş. Kadınlar iyi yemek yapan adamı sever, Alper daha fazlasını yapıyor, şef ve restoran sahibi. Fazla Fransız değil mi? Ya da kaç Mehmet Gürs var memlekette? Restorana gelen yemek yazarı -çok komik çok- ve Michelin yıldızı alacakmış heyecanındaki Alper. İstanbul'u fethettiğini sanan ancak metropolün tecavüz ettiği bakir taşralı Alper. İzmir'li Çağan yine bel altından vuruyor İstanbul'a. Zaten Alaçatı'yı da mahvetti değil mi bu İstanbullular ey İzmirli!
70'lerin 45'liklerini (yakında satışları patlar) dinleyen Alper. Taşranın sıkışmışlığında radyo başında sevdiği şarkıları İstanbul'un sahaflarında arayıp bulan Alper. İşte burada Murathan Mungar kokusu alıyorum filmden. Mardin'li Mungan kokusu. Onun romanı Yüksek Topuklar'da da aynı hayalkırıklığına uğramıştım. O güzelim şiirleri yazan adam, modern zamanlar romanı yazayım derken Akmerkez gözlemciliğine soyunmuş, klişeler arasında son noktayı koymuştu. Kimbilir belki de ondandır bunca yıl ikinciyi yazmaya cesaretinin olmayışı...

İşinde başarılı metropol adamı ve onun boktan hayatı... Yaşadığı şehirde paranın satın alabileceği bütün zevkleri tadan, ilişkilerden kaçan, seks için para ödeyen, seviştikten sonra yatakta sarmayı yakan Alper. Aşkın tarifini seksi inkar ederek yapma çabaları... Yapma canım kardeşim yapma!

Masum suratı ve kadının puştu değil de, piçi zekasıyla her daim Pazar sabahları İstanbul'un bilumum kafelerinde köy kahvaltısı yapabileceğin bir sevgili Ada. Adamın evinde sabah kalktığında önce evi toplayan sonra kahvesini yapan domestik sevgili. İstanbullu ama hala taşralı. Olsun yahu! Alper'i de kahveyi bölüşmeye iten ayrılığın ayak sesleri, bu değil mi zaten?

Ve artık bıktıran; kadınların piç adam tercihi klişesi. Yediği kazıklardan uslanmamış Ada'nın bile bile lades olacağım koşusu... Dijital fotoğraf makinesi yerine analog Pentax kullanan kadınla; cd yerine hala plak dinleyen adamın aşkı. Dijitale yenik düşmeyin, e-mail değil mektup yazın hissiyatı bunlar. İhsan Oktay Anar'dan Puslu Kıtalar Atlası okuyan, sahaflarda ikinci el kitap peşinde koşturan, -yönetmen burada ne anlatmak istiyor dediğim sahnede- yatağının başucunda karakteriyle uyuşmayan çeşitlikte kel alaka kitaplar barındıran Ada.
Mustafa Hakkında Herşey'den sonra tekrara giren kökenlerini inkar etme, utanma klişesi. Memleketten gelen anneyi hor görme, azarlama. Kapı önünde çıkarılan ayakkabılar, entariler, düğün salonu manzaraları, “bu kız gelinim olsun” içsesleri. Çarşı böyle tezahürat yazmadı yahu daha!

Evet belki de hepsi gerçek. Cihangir Cumhuriyeti'nin kütüğüne kaydın yaptırmış binlerce Alper ve Ada var. Birazı da benim, sensin, biziz... İkea'dan döşenmiş evler, masif masalar, her sevişmenin sabahında değiştirilen çarşaflar, Babam ve Oğlum'da Sadık'ın rakı sofrasında “ne oralı olabildim; ne de buralı kalabildim” repliğini hatırlayınca burada da “bak oralı oldun da; ne bok oldun Alper” çığlığı...

Diyorum ya belgesel gibi izledim Issız Adam'ı. Bu şehrin insanlarının birbirlerini rakı sofralarında anlattığı kırık aşk hikayelerinin onda biri bile değil Alper ile Ada'nın aşkı. Şaşırtmıyor, saptırmıyor, en fazla “iç abi, açılırsın” dedirtiyor. Lakin Alper rakı da içmiyor...

Alper ve Ada olacak gibi değildi, olmadı. Alper'in ben ayrılmak istiyorum dediği Ada değil; geçmişiydi. Taşradan gelen dolmayı afiyetle midesine indirmeye hazırlanan Ada'nın lokmasını kursağında bıraktı Alper. Pardon Alper değil İstanbul. Ada, Alper'in annesiyle aynı frekansa girdiğinde ağzına yerli malı şarap koymayan Alper başka bir kanal arıyordu şehrin istasyonlarında. Metropol adamı Alper'in karnı taşralı kızın çocukluğunda yediği dolma hikayelerine toktu. Alper evlenmedi, evliydi zaten, şehrin underground'uyla, kapitalist düzenle çok zaman önce kıymıştı nikahını. Ayrılmak isteyen, teslim olmayan arada bir memleketine dönerdi öyle değil mi?

Herkesin hayatında bir Alper'i, Ada'sı olmuştur elbet... Herkesin bir kırık aşk hikayesi, olmamışlığı, yanlış zamanı... Issız Adam'ı da sevmek için de yeterli nedendir bu zaten. Hele ki Çağan Irmak'ın çizdiği portrelere oturan bir adam ya da kadınsan...

Sinemacılığını "beni ağlatamadı"ya çekmek istemem Çağan Irmak'ın. Beni içine çeken, düşündüren, kanlı bıçaklı dolu dolu bir aşk hikayesi değildi. Ya da filmden bir depresyon hırkası öremedim kendime. Sinemadan çıktım. Hava buz kesmişti, bir sigara yaktım. Evde çocuklar beni bekliyordu, yemeği ben yapacak, emekleyen ufaklığı kaleye koyup büyük oğlanla şut çekecektik. Şükrettim...

Yazı: Aceto Balsamico

19 Kasım 2008 Çarşamba

Şerefsizlik Yapma Sanatı

Yazılarında konuşmalarında bol bol atan tutan, atıp tutarken bir de bununla yetinmeyip insanları kurumları karaktersizce suçlayan adam bu sefer belki de futbol dünyasının en dürüst ve samimi insanı Aykut Kocaman hakkında sallamış. Bu adamın sanatını icra etmesine ne zaman dur denecek?

Bu da sözleri:

Aykut Kocaman, 'Fenerbahçe maçı kazansın' diye elinden geleni yaptı. Şimdi diyecek ki 'Hıncal ağabey ne alakası var.' Niyeti kötü olmayabilir ama 'bilinç altında neler var' kendi de bilmiyor, ben de bilmiyorum. Pozisyonu yok maç boyu Ankaraspor'un...
Son 10 dakikada De Nigris oyuna girdi, 3 gol pozisyonu buldu. O De Nigris nasıl 80 dakika kenarda tutulur? De Nigris, Türkiye'nin en iyi santrforlarından bir tanesi. Sen De Nigris'i kenarda tutarsan Ankarasporlu oyuncu, hocasının niyetinin ne olduğunu anlamaz mı?
Gözlerime inanamadım. Sakat zannettim. 80'de bir baktım ki oyuna giriyor. Vay anasını Aykut hoca ya!.. Sahada hiçbir şey yapmıyor Ankaraspor, Aykut hoca müdahale etmiyor.
Yaptığı müdahale 45. dakikada takımın o ana kadar en iyi futbolcusu Özer'i oyundan almak. Fenerbahçe'yi tehdit eden tek adam! 'Oğlum sen benim Fener'i yenmeme taktiğime ihanet ediyorsun. Gel kenara' demek gibi bir şey!..
Dostluk maçı gibiydi...
Aldığı her topu Fenerlilere veren Mehmet Çakır'ı 90 dakika oyunda tuttu. Buna karşılık Fener'i en çok tehdit eden Özer'i oyundan alıyor.
Gol atacak tek adam De Nigris'i de 80'de oyuna sokuyor. 6 asisti olan Özer, Türkiye'nin asist kralı. Golcü De Nigris'i oyuna sokarken asist yapacak futbolcu oyunda yok.
Yani Ankaraspor'u, Aragones planlasa bu kadar başarılı olur. Aykut Kocaman'a hakkını veren de Fenerbahçe seyircisi!..
Maçın sonunda Aykut'a tezahürat yaptılar. Maç sonundaki görüntüleri konuşmak istemiyorum. Onlar fair-play miydi yoksa fair- play'in ötesinde 'Oh maç istediğimiz gibi bitti' sevinci miydi; anlayamadım!

18 Kasım 2008 Salı

Yeni Bir Beste!


İsmini duyduğumda dilim tutuluyor.
Kalbim deli gibi çarpıyor.
İçimi titreten tribündeki o fener sesi, aklımı başımdan alıyor.
İçimi titreten tribündeki o fener sesi, aklımı başımdan alıyor.
lay lay lay laayyy layyy....

Rambo v. 3


Mesleği: Amigo
Adres: Fikirtepe Trabzonlular Mahallesi

Rambo yine yapacağını yaptı, bu bilgileri organizatörlere yedirip Avrasya Maratonu'nda 40-44 yaş kategorisinde kestirme yollardan koşarak birinci oldu!

Tabi burada Ramboyu izleyip gülerken Avrasya Maratonu konusunda katıla katıla gülmek gerekir bu da dip not olsun.

TSK Neden New York Aydınlarının Hedefinde?

Sanmayınız ki tüm bu tartışmalar, gerginlikler, sert demeçler Aktütün baskınıyla başladı. Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri yoğun bir psikolojik harp bombardımanı altında. Peki niye? Saldırganların amacı ne? Tüm bu psikolojik savaşın perde arkasında neler var? TSK’ya ağır sözler sarf edenler kimlerin ağzıyla konuşuyor? Kim bu New York aydınları? Gelin size bir fil hikáyesi anlatayım!..

HİNDİSTAN’da yaşamları boyunca fil görmemiş yirmi kişi gözleri bağlanarak, bir filin yanına götürülmüş. File dokunmaları istenmiş. Gözü bağlı Hintlilerin her biri filin bir yerine dokunmuş. Sonra Hintlilere sormuşlar: "Dokunduğunuz şeyi anlatın." Gözleri bağlı Hintliler filin neresine dokundularsa hayvanı öyle anlatmış, öyle tanımlamışlar.

Son günlerde yaşadıklarımızı bu "hikáyeye" benzetiyorum.

Herkes olayın bir yerini tutmuş ona göre değerlendirme yapıyor.

Meseleyi böyle görenler, böyle tanımlayanlar aldanır.

Meselenin özü başka. Bütünü görmek gerekiyor.

Gelin, çok da gerilere gitmeden bir yolculuğa çıkalım...

Kemalizm öldü

Tarih 9 Kasım 1989.

Berlin duvarı yıkıldı. Soğuk savaş dönemi bitti.

Ve yeni bir dünya düzeni başladı. Orta Avrupa’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da hemen yeni haritalar çizilmeye başlandı.

Soğuk savaş dönemindeki Türkiye’nin rolü, NATO dolayısıyla ABD tarafından belirlenmişti. Peki, yeni dünya düzeni Türkiye’ye hangi görevi verecekti? Türkiye’yi ne bekliyordu?

Ufuk Güldemir’in, CIA Ortadoğu Masası eski şefi Graham Fuller ile yaptığı röportaj bu rolün ipucunu verdi: "Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama Türkiye artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünmelidir. Türkiye, demokrasi ile İslam’ın bir arada yaşatılabileceği modern bir formül bulsa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olur. İslam dünyası için geleceğin modeli olur bu." (26 Şubat 1990, Cumhuriyet)

CIA ajanı Fuller o yıllarda medyaya sık demeçler verdi. "Kemalizm öldü. Kemalizm’in sonuna gelmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Halkın büyük bir parçası İslam için daha hürmet görmeyi, Osmanlı tarihiyle kucaklaşmayı istiyor."

CIA ajanı Fuller’in "kişisel görüşleri" zamanla rapor haline getirildi. Pentagon, genellikle CIA ajanlarının görev yaptığı Rand Corporation adlı araştırma kuruluşuna rapor sipariş etti: "The Prospects for Islamic Fundamentalism in Turkey."

Rapor, Türkiye’nin yeni yol haritasını çiziyordu: Ilımlı İslam.

"Uygarlıklar çatışması" kuramcısı Samuel P. Huntington’un da tezi aynıydı: "Türkiye, İslam’ın lideri olmalıdır." Huntington’ın, tezini açıklarken sarf ettiği bir cümlesi ilginçti: "Demokrasinin mutlaka laikliğe dayanması gerekmez."

Hudson Enstitüsü üyesi John O’Sullivan: "Türkiye’nin laiklik anlayışı artık değişmek zorunda ve bu değişimi garanti altına alıp koruyacak bir anayasa gelmek zorunda."

Peki, Kemalizm’i toprağa gömüp, ılımlı İslam’a sarılması istenen Türkiye’nin idari yönetimi nasıl olacaktı? Bunu da, uzun yıllar CIA Türkiye masası şefliğini yapmış Paul Henze’nin raporundan öğrenelim: "Türkiye’yi federalizm büyütecek."

İstanbul başkentli "Yakındoğu Federasyonu" kurulabilirdi! Ama önce Kürtlerle yakınlaşmak gerekiyordu!

CIA’nın federasyona dahil olacak Kürtlere de önerisi vardı: İslam ipine sarılın! Sarılmayan Abdullah Öcalan tasfiye edildi, Nakşibendi Barzani bölgenin tek gücü oldu.

ABD bu politikalarında yalnız değildi; Arap ırkından olmayan Kürtler, hep İsrail’in ilgi alanına girdi. MOSSAD her daim Kürdistan’ın kurulmasını destekledi. Neyse bunlar ayrı konular.

Evet, yeni dünya düzeninde Türkiye’nin görevi belli olmuştu. Bu konuda yüzlerce ABD’li uzman konuştu, onlarca rapor yayınlandı. Peki, ABD Türkiye’ye bu rolü biçti de, Türkiye’de herkes bunu kabul etti mi?

Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu’daki ülkeler gibi yapay ülke değildi.

Tarihsel birikimi ve Cumhuriyet’in kazanımları nitelikli (sayıları hükümet kurmaya yetmese de) bir nüfusu ortaya çıkarmıştı. Cumhuriyet mitingleri aslında yeni dünya düzenine karşı duruştu. Yurtsever aydınlar işin farkındaydı. Askerlerin bu mitinglerin gönüllü destekçisi olduğu da bilinen gerçek.

TSK, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinden ödün vermeye hiç taraftar değildi. Mustafa Kemal devrimleri ölmemiş, aksine giderek "Ortaçağ karanlığına" dönüşen dünyada daha da önemli hale gelmişti.

Ordu, 28 Şubat kararlarıyla bu tavrını göstermişti.

TSK sadece içerisi için değil dış politika konusunda da ABD ile ters düştü.

TSK, Atatürk’ün "Yurttu sulh cihanda sulh"; "Komşu ülkeler arasındaki ihtilaflara karışmama" gibi dış politik ilkelerinden ödün vermedi. Yani ne Irak ile ne de İran ile savaşmaya taraftardı. Topraklarını lojistik anlamda açmaya da pek taraftar gözükmedi. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, bir koyup üç almayı hedefleyen çıkarcı politikalarına karşı çıkıp istifa ettiğini hatırlatırım. Ama o kadar eskiye gitmeyelim.

2000’li yıllarda, askerlerin tavrı aynıydı: Madem yeni dünya düzeni kurulmuştu, "Türkiye de çok taraflı siyaset izlemeli"ydi. Ayrıca ABD ve AB’nin sürekli Türkiye’yi örselemesi de çok rahatsızlık vericiydi.

Ve dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, 7 Mart 2002’de Harp Akademileri Komutanlığı’nın "Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur" konulu sempozyumunda yaptığı konuşma, TSK’nın tavrını gösterdi:

"Türkiye öncelikle, stratejik anlamda kimlerle bağı varsa, o bağları çözmesi lazım. Bugünün konjonktüründe, kendi bekası açısından, ileriye dönük hangi tehditlerle karşı karşıya kalabilir, bunları yeniden iyi değerlendirebilmek için, ayaklarındaki bağı çözmesi lazım. Bu bağlardan bir tanesi NATO’dur. Eğer NATO’dan sıyrılırsanız, ABD’nin size bakışının ne kadar doğru olup olmadığının, hayrınıza veya şerrinize olup olmadığının kararını daha kolay verirsiniz. Bugün Amerika, Türkiye’ye zaman zaman stratejik dost diye bakıyor, ama hiçbir zaman dostça davranmıyor. Türkiye’nin yeni arayışlar içinde olması bir ihtiyaç. Rusya ile birlikte, ABD’yi göz ardı etmeksizin, mümkünse İran’ı da içerecek şekilde arayış içinde olunmasıdır."

Orgeneral Kılınç’ın bu sözlerinden sonra TSK karşıtı psikolojik harp kampanyası hızlandı.

"Hızlandı" diyorum, çünkü 28 Şubat döneminde, dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve ordudan ayrılan Onbaşı Kadir Sarmusak’ın adının karıştığı bir istisnai dinleme skandalı vardı.

Ancak köprünün altından çok sular aktı; TSK dinlemeleri uzmanlaştı. (Dinlemeler ABD-Utah üzerinden kimler aracılığıyla Türkiye’ye sızdırılıyor? Bakınız: odatv.com)

Üst düzey komutanlarının darbe hazırlığı içinde olduğunu iddia eden, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu söylenen ama gerçekte olmayan sahte günlükler yayınlandı.

Ardından, "gazetecileri fişleyen" sözde andıçlar ortaya çıkarıldı.

Kimin yazdığı belli olmayan lahikalar ortaya saçıldı.

Genelkurmay Başkanları Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Orgeneral İlker Başbuğ hakkında, göreve başlayacakları dönemde karalama kampanyaları başlatıldı. Fotoğraflar sızdırıldı.

TSK’da kuvvet komutanlığı, ordu komutanlığı yapmış emekli orgeneraller, Ergenekon soruşturmasına dahil edilip hücrelere tıkıldı.

Psikolojik savaş öyle bir hal aldı ki, Mehmetçiğin teröre karşı verdiği mücadelenin sırları bile sızdırıldı. Tuğgeneral Münir Erten’e ait olduğu söylenen ve Kuzey Irak’a yapılan kara harekátını iki gün önceden haber veren bir video, internetten yayınlandı.

Son günlerde ise, insansız hava aracı tarafından Aktütün’e teröristlerin saldıracağı görüntüsünün TSK’ya verildiği ama hiçbir önlemin alınmadığı şeklinde manşetler atıldı. Oysa görüntülerin Aktütün’le ilgisi yoktu.

Uzatmaya gerek yok. Benzerlerini okuyorsunuz, biliyorsunuz.

Söylemek istediğimiz şudur: Gözü bağlı Hintliler gibi meseleyi sadece bir boyutuyla ele alırsanız, meselenin tümünü, özünü kavrayamazsınız.

Sonuç olarak:

Bütünü görmek gerekiyor.

Mesele, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisine sahip çıkma meselesidir.

Mesele, ulusal bütünlüğü, bağımsızlığı koruma; komşularla savaşmama meselesidir.

Mesele, Ortadoğu’da taşeron olmayı reddetme meselesidir.

Mesele, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Irak ve İran’daki petrol kuyularının bekçiliğini yapmama meselesidir.

Mesele, sadece bunlardan ibarettir.

Yandaş medyanın manşetlerini böyle değerlendiriniz.

BİZİM sözde solcu-liberalleri bilirsiniz; hep üstten bakarlar, dudak bükerler, kimseleri beğenmezler. Aslında; bunların tek yaptıkları, Osmanlı’daki Tercüme Odası’nda çalışan memurların yaptıkları gibi çeviridir; tercümedir.

Bunlar, New York Neo-Conların söylediklerini, yazdıklarını evirip çevirip yeniymiş, kendi görüşleriymiş gibi yazıp söylüyorlar.

Sizce aşağıdaki sözler kime aittir?

Ulus devletin sonu gelmiştir.

Yeni yüzyılın en önemli çatışması, demokrasi güçleri ile otokratik (despotizm yanlısı, baskıcı) güçlerin çatışması olacaktır.

Türk ordusu dokunulmaz bir kurum değildir.

Türkiye’yi daha demokratik kılacak olan, Türklerin hayatından devletin ve ordunun rolünü azaltmaya yarayacak reformlardır.

Asıl mesele din özgürlüğüdür.

Vs...

Bunları Türkiye’deki solcu-liberaller söylüyor derseniz yanılırsınız.

Bunları söyleyenler; New York aydınları!

Ya da günümüz deyimiyle -başlangıçta aşağılayıcı bir terim olarak ortaya atılan- "Neo-Con"lardır.

Bunlar; 1930’lu yıllarda Amerikan Troçkist hareketi içindeydiler. Sol hareket içinde yer almaları, hepsinin Yahudi olmasından ve Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez antisemitizmi suç sayan bir devlet kurulmasından kaynaklanıyordu.

Ancak: Hitler-Stalin anlaşması ve Troçki’nin 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmesi, günümüz Neo-Conların atalarının, sosyalizm yolundan teker teker ayrılmasına yol açtı.

1948’de İsrail’in kurulmasından sonra bu grup artık kurtuluşun sosyalizmde değil, İsrail’i koruyabilecek tek güç olan Amerika’da olduğunu savundu: "Amerika ne denli güçlü olursa, İsrail de o denli güçlü olacaktır."

New York aydınları, ABD’yi "yeni mesih" ilan ettikten sonra, sol hareket içinde edindikleri birikimleri Amerika ve Avrupa’da sol hareketin içini oymak için kullandı.

Daha önce bu sayfada/Hürriyet’te yazdım; New York aydınları tarafından kurulan ve CIA tarafından fonlanan, solcu görünen ama asıl amacı solun içini boşaltmak olan "Congress for Cultural Freedom", soğuk savaş boyunca Sovyetler’deki sosyalizme karşı, sözde "özgürlükçü sosyalizm" inşa etme misyonu üstlendi! Dillerinden düşürmedikleri kavramlar, demokrasi, insan hakları ve özgürlük idi. Pek çok iyi niyetli solcu aydın, ne yazık ki bunların aleti oldu; bu rüzgára kapıldı.

Solcu aydınları yanıltanların başında Amerikalı Max Shachtman geliyordu. O, Neo-Conların ilk lideriydi aslında. Ne sosyalizm ne kapitalizm diyen "3. Kamp" teorisi onundu. Görüşlerini "öğrencileri" yaydı:

James Burnham, "The Managerial Revolution" kitabında, insanlığın karşısındaki en büyük tehdidin artık, "teknisyenlerin" ve "bilim adamlarının" yanı sıra "bürokratlardan" ve "askerlerden" oluşan güçlü bir "elit" yönetici sınıftan geldiğini yazdı.

Neo-Conların önde gelen teorisyeni Robert Kagan, son kitabı "The Return of History and the End of Dreams"te, yeni yüzyılın en önemli çatışmasının liberal demokrasiler ile otokratik devletlerin çatışması olduğunu yazdı. Ulus devletler yıkılmadan özgürleşme olamazdı!

New York Times’ın "şahinler" arasında saydığı Daniel Fried, İsrail’in bir ulus devlet olmasından rahatsız değildi. Ama söz konusu Türkiye olunca çok sert konuşuyordu: "Sorun Türklerin nasıl bir ülkeye sahip olmak istedikleridir. Milliyetçilik/ulusalcılık özünde defansif bir tutuma, gurursuzluğa dayanır. Gururlu insanlar milliyetçi/ulusalcı olmaz, gururlu insanlar dünyaya açık olur."

Allan Bloom, Sidney Hook, Norman Podhoretz
gibi eski solcu New York aydınları, 1980’lerde "neo-liberalizmin" taraftarı oldular.

Neo-Conları sadece sivil olarak düşünürseniz yanılırsınız:

Sözü, Amerikan ordusundan Yarbay Patrick F. Gillis’e bırakalım:

"Tarihe baktığımızda, Türkiye’deki siyasal yapının, ordunun etkisini sınırlamada kifayetsiz ve isteksiz olduğunu görürüz. Ancak bu durum, 2003 yılı itibarıyla değişmeye başlamıştır. ABD-Türkiye ilişkileri, soğuk savaş yıllarının askeri ortaklığından, çok yönlü bir ortaklığa dönüşmelidir. Türkiye’nin ABD ile kalıcı ve geliştirilmiş bir stratejik ortaklık kurabilmesi için bütünüyle demokratik olması gerekmektedir." (Mayıs 2004)

Bu söylemlerin Türkiye’de yaygınlık kazanmasının bir diğer nedeni de, İngiltere doğumlu "Yeni-Sol"un ithalidir! Bu nedenlerle "Anti-emperyalist Deniz Gezmiş solcu olamaz" diyebiliyorlar. Çevirdikleri öyle çünkü. Neyse, fazla kafa karıştırmayayım.

İşin özünde; Neo-Conlar, önce sosyalisttiler, sonra hümanist solcu oldular ve en son geldikleri yer, ulus devlete karşı anti-emperyalizme inanmayan, solcu liberallik!

New York aydınlarının yazdığını, söylediğini, Türkiye’deki solcu-liberaller bugün büyük bir öfke ve kinle dile getiriyorlar.

Kızgınlıkları biraz da, göbekten bağlandıkları neo-liberalizmin ve ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasının küresel kriz ile çökmesinin endişesinden kaynaklanıyor.

Yazı: Soner Yalçın

Rie Rasmussen

Hayırlı Uğurlu Olsun :)


Ekonomik anlamda Fenerbahçe'nin ucuz bir kopyası olmaktan öteye gidemeyen Galatasaraydan tarihi bir başarı daha! Lisanssız olduğu ortaya çıkan Gs TV, yüksek lisans ücreti ve kar edememesi nedeniyle kapatılma kararı alındı. Yukarıdaki resimde gördüğünüz olayın yaşandığı bir kanalın uzun ömürlü olması beklenemezdi zaten..

4-1in Ardından



yaratıcılık isteyenlere..

G4L4T4S4R4Y


9 yıl oldu, yine yendik, artık klasikleşti.. Yukarıdaki karikatürde de görüleceği gibi cincon bu sefer çok gaz geldi, açıkçası maça kadar genel görüntü Fenerbahçenin hiç olmadığı kadar güçsüz rakibin ise güçlü olduğu yönündeydi. Tabi böyle düşünenlere inat müthiş dominant bir oyunla 4-1 galip gelen Fenerbahçemiz oldu.


Maçın önüne geçen ise cinconun süper ötesi bir özgüvenle çıkardığı maç t-shirtleri oldu. Bu parlak fikiri ortaya atan şahısın mesleki kariyeri ve t-shirtlerin akıbeti ise merak konusu :)

"Abi valla bi öne geçsek kazanacaz" diyen cinconluların 10.yılda yeni bahaneler bulmasını umuyoruz. Ha bir de "doğru dürüst gelmediler dört attılar ya, ballı bunlar" diyenlere hiç hücum yemeden dört tane yiyen bir takım futbol takımı değil, porselen takımıdır diyelim..

Sahi bir de "dünya yıldızı", "Nasri'den beş gömlek üstün" denilen Arda Turan sadece tribünlere oynayıp Deivid'den futbol dersi alırken, Nasri Manchester United'a iki gol atıp takımı Arsenal'in galip gelmesini sağladı. Yorum sizin..