2 Ağustos 2008 Cumartesi

Yoğutçu Parkı

On beş sene olmuştu. Okul bitip İstanbul’dan ayrılalı. Okul yıllarında hiçbir maçını kaçırmadığı Fenerbahçe’nin son on beş senedir hiçbir maçını canlı olarak seyredememişti. Ne zaman ki özel televizyonlar maçları vermeye başlamış ancak o zaman televizyonda izleyebilmiş ve on beş sene boyunca bir kere olsun Fenerbahçe maçına gidememişti.. Tezahüratları veya tribün şovlarını hep televizyonda görmüş heyecanlanmış gurur duymuş. O okul yıllarında ki deli dolu günleri aklına gelmişti.

Yıllar sonra ilk defa bir fırsat doğmuştu. İstanbul’daydı ve ertesi gün Fenerbahçe’nin maçı vardı. Hem de ne maç…Türkiye Kupası Finaliydi ve Galatasaray’la oynuyorlardı. İçi içine sığmıyordu. Evet maç Olimpiyat Stadındaydı ama acaba 15 sene önceki yine gençler Fenerbahçe Stadının orada toplanıyor muydu? Hem stad vesilesi ile bir iki bira içerdi. Hem o günlerin hatıralarını tazelerdi.

İlk önce Kurbağalıdere’nin oradan geçti. Aklına o tuttuğu takımın büyüklüğünü anlatan söz geldi. “Kurbağalıdere’ ye Fenerbahçe’nin formasını assalar altına 15.000 kişi toplanır”. Gülümsedi sonra işte ilk taş yediği yer, ilk coplandığı yer 15 sene önce bütün yaşadıkları aklına geldi birer birer.

Gecenin içinde sıcak bir tezahürat çalındı kulağına. “Laciveeert ve Sarııııı Fenerbahçe bu alemin Kralıııı” . Yine oradaydılar evet 15 sene sonrası da hiç değişmemişti. Hemen sesin geldiği yere doğru yürüdü. Yoğurtçu Park’ında 10 -15 üniversiteli genç hem bira içiyorlar hem de tezahürat yapıyorlardı. Kiminin sarı tişörtünün önünde KFY, kiminin grup CK, kiminin fenerlist, kiminin arkasında armalı bir GFB yazısı vardı. Birahaneyi unuttu. Büfeden iki bira aldı. On beş sene önce toplandıkları köprünün arkasındaki duvara oturdu. Onların tezahüratlarını seyretmeye heyecanlarını hissetmeye devam etti. Gençler tezahürata bazen ara veriyorlar. Tartışıyorlardı.

- Lan biz manyağız be!…

- Niye Lan?

- Baksana Galatasaray’ lı bizim jenerasyondan olan yaşıtlarımız kaç şampiyonluk gördüler? Kaç kupa gördüler. UEFA kupasını bile gördüler. Ya biz? Ne gördük.

- Ya harbiden şimdi onlarda bizim gibi sabahlıyorlar mıdır?

- Yok be ya…Şimdi sıcacık yataklarında uyuyordur onlar.

- Bu bizim yaptığımızı nasıl tarif edersin Ağabey!

- Aşk Ağabeyciğim Aşk!...Fenerbahçe Aşkı!...
Kahkahalarla gülüştüler ve yine başladılar. “Avrupa Fatihiymiş Galatasaray”…

Tatlı bir tebessüm yerleşti dudaklarına gülümsedi. Artık iş yarına kalmıştı. 22 yıl sonra kazanılacak bir kupayla gelecek mutluluk…

Ertesi gün stada girerken sarı lacivert formalarıyla piknik yapan gençleri gördü. Yine sarı lacivert formalarıyla stadın çevresinde tezahürat yapanlar vardı…Neredeyse bütün taraftarın üstündeki formalar sıfırdı. Eskiden bu kadar çok formayla maça giden yoktu. Zaten stad önlerinde satılan formalar bir giyimlikti. Alırdın bir kere giydin mi ya rengi solardı ya da yırtılırdı atardın. Oysa şimdi neredeyse bütün taraftar formalarını Fenerium’ dan alıyordu. Gazetede okuduğu kadarıyla sadece 2004-2005 sezonunda 19.000.000 ürün satılmış ve 16 milyon dolar gelir elde edilmişti.

Fenerbahçe’ye ayrılan tribünde yerini aldığında gördü ki 15 yıl sonra da değişen hiçbir şey yoktu. Aynı heyecan ve aynı coşku vardı. Çoğu tezahüratı bilmiyordu. Eskiden olsaydı nay naycı der ayıplarlardı. Şimdi de bu gibilere kolpa diyorlar diye aklından geçirdi. Fenerbahçe tribünlerin müdavimi olmak bir Fenerbahçeli için ayrı bir onurdu. Şimdi kombine kart olayı o kadar gelişmişti ki neredeyse çıkan kombine kartların tamamı tükenmişti. Artık büyük maçlar öncesi stad önlerinde bilet kuyruklarında sabahlamak kalkmıştı

O yıllarda her maçtan önce akşamları ayrı bir beste yapılır. Maç başlamadan önce beste tribüne öğretilmeye çalışılır. Sonra maç başlayınca daha ilk yarı bitmeden taraftarın sesleri kısılır herkes mecburen maçı seyrederdi. Şimdi ise kimse tezahürat yapmıyordu. Herkes stad hopörlerlerinden gelen müziği dinliyordu.

Takımlar sahaya bakmak için çıkarken tribünlerde bir hareketlenme oldu sonra ısınmak için sahaya çıktıklarında… Tam on beş sene önce olduğu gibi başladılar tezahürata…İlk başlarda sadece nay nay yapıyordu. Eskiden gelen tribün alışkanlığının da faydasıyla kıtayı ezberler ezberlemez. Hemen tezahürata katılıyordu.

Maçta Fenerbahçe saldırıyordu. Marco vuruyor kaleciden dönüyordu. Nobre vuruyor direkten dönüyordu. Selçuk vuruyor kaleci kurtarıyordu. Bir kontratakta Galatasaray gol atıverdi. Moraller bozulmuyor Fenerbahçe saldırmaya devam ediyordu. Tuncay kafayı vurduğunda gol diye ayağı kalktı ki top kaleciye çarptı. Yanındakine “Top bugün bizi sevmiyor” dediği an da yine ani bir atakla Fenerbahçe golü yedi. Artık 2-0 dı. Yine de Fenerbahçe saldırıyordu. Alex’in kornerine Luciano’na kafayı öyle bir yere vuruyordu top kaleciyi geçiyor ama bu sefer defans oyuncusu topu çizgiden çıkarıyordu. Böyle bir şans olmaz derken yine bir kontratakta Rüştü’den dönen top Deniz’e çarpıyor gol oluyordu. Güya Fenerbahçe 3-0 mağluptu ama sahada Galatasaray var mıydı? Yok muydu? Belli değildi. Marco vuruyor Tuncay kafasını uzatıyor top yine kalecinin parmaklarına çarpıyordu. Dönen topu bu sefer Alex ortalıyor ve nihayet Luciano kaleye girmek istemeyen topu artık ağlara gönderiyordu. İlk yarı biterken Tuncay bir kafa daha vuruyor o da girmiyordu. İlk yarı 3-1 bitmişti.

Fenerbahçe tribünlerinde bir karamsarlık yoktu. Çünkü sahada bir tek takım vardı Fenerbahçe. Ve o Fenerbahçe geçmişte böyle çok maçı kazanmasını bilmişti. İkinci yarı başladığında Fenerbahçe taraftarı hiç susmadan devam ediyordu. Takımda taraftara uymuş saldırdıkça saldırıyordu. Olmuyordu ya kaleciye çarpıyor, ya da top kendisinin vurulduğu yere değil de fizik kurallarına aykırı yerlere gidiyordu. Onlarca pozisyon kaçıyordu. Artık Galatasaray kupayı alabilmek için vakit geçirmeye çalışıyordu. Galatasaray tribünleri ise 3-1 olmasına rağmen maçın her an değişebileceği tedirginliği içerisindeydi. İşte tam bu sırada yine bir kontratakla 4 ncü gol geliyordu. Galatasaray seyircisi maçın bitimine 20 dakika kala gelen bu golle birlikte ilk defa taraftar gibi tezahürata başlıyordu.

Fenerbahçe tribünlerinde artık maç gitti diye bir umutsuzluk ve kupayı kaybetmenin verdiği hüzün rüzgarları esiyordu. Herkeste bir suskunluk dalgası oldu. Onun durumu daha da kötüydü. On beş sene olmuştu Fenerbahçe’sini seyretmeyeli ve Galatasaray gibi bir takıma bunca senedir görmediği bir şekilde yeniliyordu. Bir an içi daraldı. Burkuldu. Çöktü olduğu yere…Boğazına bir yumruk yerleşti yutkunamadı. Boş gözlerle sağına soluna bakındı. Utandı ağlayamadı.

Sonra biraz ilerde, o dün gece Yoğurtçu Parkında ki gençleri gördü. Bir ikisi üzüntüyle elleriyle yüzlerini kapamışlar. Bir ikisi ise acı dolu ifadelerle gözleri dolu dolu onun gibi boş boş bakıyorlardı. İşte tam o sırada “Aşk bu ağabeyciğim Aşk!... Fenerbahçe Aşkı” diyen genç sağ kolunu kaldırdı ve haykırmaya başladı.

“Fenerbahçeeee Sen Çok Yaşaaaaa, Canım Fedaaaaa Olsun Sanaaaaa…”

Diğerleri de ona katılmaya başladılar. O ateş bir an da dalga dalga yayıldı tribüne… O gencin yüreği kıvılcım olmuş ormanı yakıyordu, yanan orman da onu… Galatasaray seyircisi şaşkınlıkla Fenerbahçe tribünlerini seyrediyordu. Anlamamışlardı. Gerçi onlar bir Fenerbahçelinin Fenerbahçe’yi sevmesinin ne demek olduğunu yüzyıldır anlamamışlardı. Bir yüzyıl daha geçse yine anlamayacaklardı.

Kupaları, meşhurları, rekorları, seyircileri, hikayeleri, medyaları evet her şeyleri olabilirdi ama bir Fenerbahçelinin Fenerbahçe’yi seven o taraftar yüreği yoksa aslında hiçbir şeyleri yoktu.



Ali KUTAY

Çamur At İzi Kalsın

30 Temmuz Çarşamba günü "büyük" gazeteci Yasemin Çongar ve Taraf Gazetesi MİT'te Ergenekon örgütünün liderinin Deniz Baykal olduğunu gösteren bir şema bulunduğunu, ve bu şemanın Savcı Zekeriya Öz' e cuma günü teslim edileceğini atan tutan bir haber yayınladı. Günlerden cumartesi, hala bekliyoruz..

Aklıma gelmişken yine aynı "büyük" yazar ve gazetesi AKP'nin kapatılması hakkındaki davanın iddianamesiyle ilgili olarak "google iddianamesi" diye dalga geçiyorlardı. İddianame 10a karşı 1 oyla kabul edildi, hatırlatıp kendileriyle bir tarafımla dalga geçmek istedim.

Fight Club

Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.

Mehmetçik Basri

Basri Dirimlili...nam-ı diğer Mehmetçik Basri. Futbolumuzun gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biridir.1929 Silistre doğumlu Mehmetçik Basri,1951 yılında Eskişehir Demirspor'dan Fenerbahçe'ye transfer olmuştur. çubuklu formayı ilk kez 29 Mart 1953'te bir Vefa maçında giydi. Savunmanın solunda oynardı, sakatken dahi çıkıp maça devam etmesi adının başına Mehmetçik lakabını getirdi. 27 defa Milli formayı giydi.1952'de olimpiyatlara giden ilk Türk Milli Takımı'nda görev yaptı 1963 senesinde futbolu Fenerbahçe'de bıraktıktan sonra çeşitli takımları çalıştırdı, Fenerbahçe'de yardımcılık görevlerinde bulundu. 1999 yılında vefat etti.

Ondaki hırsın,cesaretin,mücadelenin,savaşçılığın onda biri şu an ki Fenerbahçeli futbolcularda olsa acaba neler olur dedirten,şu an resmi Fenerbahçe tribünlerinde dalgalanan efsane fenerbahçe futbolcusu.Nur içinde yatsın.

Mazinde Bir Tarih Yatar

solda Ordinaryüs Lefter,ortada İslam Çupi ve sağda Mehmetçik Basri..

1 Ağustos 2008 Cuma

Demokratik(!) Toplum Partisi

2007 seçimlerinden sonra Kürt sorununu demokratik ortama taşıyabilmek için bir "umut" olarak sunulan DTP' nin, umut mu yoksa borazan mı olduğuna karar vermeniz için iki örnek:

1. olay: "İstanbul Güngören’de önceki akşam yaşanan çifte bombalı saldırı ilk değil. Bu saldırının benzerleri, 2006 ve 2007’de Adana’da ve İzmir'de PKK’lı teröristlerce uygulanmıştı. 7 Nisan 2007’de polis merkezine yönelik denemede olası bir facia atlatılmış, diğerinde yeterli önlem alınamaması nedeniyle 17 kişi yaralanmıştı. Yine Adana’da bir bankanın ATM’sinde 4 Ağustos 2006’da meydana gelen ilk patlamanın ardından çarşı merkezi kalabalık olduğu için yeterli boşaltma yapılamamış, 15 dakika sonra 30 metre ileride meydana gelen ikinci patlamada 17 kişi yaranlamıştı. Yine benzer bir saldırı da 2 Ekim 2007’de İzmir’in Şirinyer semtinde yaşanmıştı." demiş basınımız.

DTP ne demiş?: “Bu olayı bütün boyutlarıyla ele alıp değerlendirmemiz lazım. Peşinen adresler göstererek gerginlik yaratmanın hiçbir anlamı yok. Çünkü sürece baktığımızda, bir - iki gün önce bombalar patladı. Arkasından Lice’de, yine birkaç gün önce Bingöl’de yaşanan bir olay var. Hemen adres gösterildi. Ama Ergenekon’la bağlantısı olduğunu görüyoruz. Türkiye’yi kaosa sürüklemek isteyenlerle karşı karşıya olduğumuzun farkındayız. Geçmişte yaşadığımız bazı olaylar bizi daha tedbirli konuşmaya sevk ediyor.”

2. olay: CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Güngören’deki patlamaları lanetleyerek, “Bir milli lanet kampanyası ortaya koyabilmeliyiz ve bunu yapanları yapamaz hale getirmeliyiz” dedi. Baykal, “Bizim sadece dövünmemiz, acımamız yetmiyor. Milyonlarca insanımızın bunu yapanları yüksek sesle lanetlemesi lazım. Bunu yapanlara ve destekçilerine karşı milli bir tepkiyi ortaya koymamız lazım. Ancak böyle yaparsak böyle olayların ortaya çıkmasına engel olabiliriz” dedi.

DTP ne demiş?: “Ergenekon çetesinin avukatlığını yapan Baykal, bu korkunç katliamı fırsat bilerek, mal bulmuş mağribi misali, kendini düze çıkarmaya çalışıyor. Baykal, halkı kime karşı sokağa davet ediyorsun? Kürtlere karşı bir linç kampanyasından mı medet umuyorsun?” diye sordu.

Umut olarak İbrahim Tatlıses'i koyun önümüze, o bile daha inandırıcı olur..

Neredesiinn Seen??

PKK’nın canlı bombası 28 yaşındaki Meral Tekinalp’in cenazesi memleketi Şanlıurfa’nın Suruç İlçesi’ne belediyeye ait resmi ambulansla getirilip, okul bahçesinde kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Ambulansın çevresini saran kalabalık, yaklaşık 5 kilometre yürüdü. Kadın ve çocukların çoğunlukta olduğu kalabalık, Abdullah Öcalan’ın posterleri, PKK flaması ile ölen teröristlerin fotoğraflarını taşıdı. Yürüyüş sırasında kalabalık ‘Öcalan’, ‘Öcalan’sız dünyayı başınıza yıkarız’, ‘Dişe diş kana kan, intikam’, ‘Yaşasın Apo’, ‘Suruç Ovası, Apocular yuvası’, ‘Şehitler ölmez gerilla bitmez’, ‘Katil Erdoğan’, ‘HPG cepheye misillemeye’ sloganları attı. Kadın canlı bombanın, Kandil Dağı’nda çektirdiği fotoğrafları da taşıyan gurup, yol kavşaklarında sivil olarak kamera çekimi yapan güvenlik güçleri ve korucuların bulunduğu araçlara taşlı saldırıda bulundu. Şanlıurfa’dan takviye gelen güvenlik güçleri güzergah boyunca kalabalığı uzaktan izledi.
***
Sevgili güvenlik güçlerimiz pek bir "demokratik" olan ve "masum" taşkınlıklar ve sloganlar atan bu gruba ne yapmışlar? Uzaktan izlemişler.

Gelin bir de aynı güvenlik güçlerimiz "vahşi","insanlık dışı", "ırkçı" ve "terörü destekleyici" 1 Mayıs gösterilerini düzenleyen "Allahsız gomünist"lere ne yapmış, hatırlayalım:

31 Temmuz 2008 Perşembe

Bu Bir Şaka Olmalı

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu bulunan Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Sevgi Erenerol’un evinde bulunan bir CD’nin içeriği, 2455 sayfalık iddianamede geniş yer buldu.

“Agarta”yı anlatan CD’de, “Türklerin ‘galaktik uygarlıklar’dan biri olan Siriusyen varlıklar tarafından genetik bir aşılanmadan geçirildiği” iddia ediliyor. Erenerol ise CD’leri hiç açmadığını, içeriğini bilmediğini söylüyor.

İddianamede aynen yer alan bu CD’lerdeki bazı “ilginç” görüşler şunlar:
“Derin Ergenekon Hıristiyan kökenli. ‘Oyun Bitince’ başlıklı başka bir CD’de ‘Kurtlar Vadisi’ adıyla tanımlanan yer aslında “Ergenekon”. Agarta ise özel zamanlarda ortaya çıkacak kozmik bir enerjidir.”

Bu belgelerde, Türklerin “kurt”tan türeyiş efsaneleri ele alındığında, Türklerin “galaktik uygarlıklar”dan biri olan “Siriusyen” varlıklarınca genetik bir aşılanmadan geçirilmiş olduğu, Sirius ve Mu kültürlerinin Türk kültür tarihinin temel yapı taşlarını oluşturduğu anlatılıyor.
Karaman-Konya-Akşehir üçgeninden yayılacak enerjinin Türkleri farklı bir zaman boyutuna götürüceği belirtilen CD “belgelerinde”, bunu Hazreti Mevlana’nın da bildiği öne sürülüyor. 20 No’lu CD’nin içeriğinde “Derin Ergenekon” başlıklı bölümde, Türk milletinin özel bir millet olduğu belirtilerek bu özelliğini hem yaratılışından hem de sonradan eklenen üstünlüklerinden elde ettiği ve onu “cihanın efendisi” haline getirdiği iddia ediliyor.
CD’de, aydınlık ve karanlık güçleri simgeleyen Agarta ve Şambala’nın ne olduğunu anlamak gerektiği belirtilerek bu konu hakkında bilgiler veriliyor.

Aynı dokümanlarda, “Atatürk de Mu ve Atlantis’ten gelme özellikleriyle Agarta’da, dolayısıyla Ergenekon’da da inisiye olmuş: sırasıyla Alp, Eren ve Mürşit olmuş bir Bozkurt’tur. Bu önemli konuyla ilgili bilgilerin deşifre olmaması zamanı gelmediği içindir” deniliyor.
***
Bunlar bence bizle dalga geçiyor ya, ben bu soruşturmaya gülmekten sıkıldım, bu adamlar yeni malzemeler vermekten bıkmıyorlar yahu :). 1 sezonluk komedi dizisi senaryosu çıktı sayelerinde..

Emre

Kadıköy’e ayak bastı, çubukluyu sırtına geçirdi, oyuna girdi, tartışılmayacak kabiliyetinden bölümler sundu, taraftar ona yüreğini açtı, o da karşılık verdi. Maç bittiğinde taraftarlara gidip formasını öptü, isteklerini geri çevirmeyip. Gelmesini istemedim ama çubukluyu giydi artık, ağzımı kapatıyorum, kabiliyetini sunmasını umuyorum, topla olan kabiliyetini tabi diğerini değil.

Marissa Miller

Beyaz Adam İçin Zor Zamanlar

Demokrat Parti’nin başkan adayı Barack Obama’nın, Berlin’de meydanları dolduran 200 bin kişiye hitaben yaptığı konuşmayı televizyondan izlerken ‘beyaz adam’ için zor zamanların gelmiş olduğunu düşündüm bir kez daha. Amerika’nın ve dünyanın umudu haline gelen adamın beyaz değil siyah olması çok şey anlatıyordu aslında.

‘Beyaz adam’, sanayi devrimiyle birlikte dünyanın tartışılmaz hakimi haline gelen Batı’nın ve beyaz ırkın üstünlüğünü, hakimiyetini vurgulayan bir simge. Anlamını biraz daha genelleştirerek, farklı toplumlardaki hakim sınıfı, yönetici ve yönlendirici kesimi ifade etmek için de kullanabiliriz bu deyimi.

Barack Obama, ‘beyaz adam’ George W. Bush’un ABD’yi ve dünyayı derin bir çıkmaza sürüklediği ortamda umut haline geldi. Bugün Amerika’da sıradan bir ekonomik kriz yaşanmıyor, sistemin temelleri çatırdıyor. Başkan Reagan’ın iktidara geldiği 1980’lerden bu yana bütün dünyaya kabul ettirilmeye çalışılan anlayışın çöküşü, finansal piyasaları tanrısallaştıran Anglosakson modelinin iflası yaşanıyor.

Amerikan halkının çok büyük bölümünün geliri yıllardır artmazken tek teselli kaynağı olan konut balonu da patladı. Bu noktada bütün gözler devlete çevrildi. Vergi iadeleriyle halka 160 milyar dolar dağıtan Bush yönetimi şimdi de 300 milyar dolarlık devasa bir kurtarma operasyonuyla konut sektöründeki çöküşü durdurmak istiyor.

Bütün bunların faturası, bir zamanların güçlü parası dolara çıkıyor ve dolar yerlerde sürünüyor. Küresel düzenin tek hakimi olmaya soyunan ABD’nin dünyadaki itibarı da sıfıra inmiş durumda. Irak fiyaskosu askeri gücün her şey olduğunu sananlara çok şey öğretti ve ABD’nin caydırıcı gücüne darbe vurdu. Öte yandan ‘beyaz adam’ın çevre karnesi de kırıklarla dolu. Kyoto Anlaşması’nı imzalamayan Başkan Bush bütün dünyaya kötü örnek oldu.

Bush’un çok boyutlu fiyaskosuna ‘beyaz’ bir seçenek üretemedi Amerika. Barack Obama işte bu ortamda “değişim” sloganıyla ortaya çıktı ve bir anda umut haline geldi. Berlin’de gördüğü ilginin de gösterdiği gibi, Obama dünyada da farklı bir Amerika görmek isteyenlerin umudu oldu.

Obama, bütün dünyaya işbirliği ve dayanışma mesajı verdi Berlin’de. Aslında ABD’nin tek gerçekçi seçeneği bu, çünkü dünyayı tek başına yönlendirme gücüne ve yeteneğine sahip değil artık. Dünyanın açık farkla en büyük askeri gücüne sahip ama bunun tek başına fazla bir şey ifade etmediği anlaşılmış durumda.

Küresel ekonomide ise batıdan doğuya doğru çarpıcı bir güç kayması yaşanıyor. Küreselleşme süreci batının zengin sanayi toplumları dışından 2 milyar kişiyi küresel üretim sürecine çekti. Dünyanın üretim haritası tamamen değişti, özelikle imalat sanayinde ağırlık doğuya kaydı. Bu süreçte küresel sermaye birikiminin ağırlığı da doğuya kaydı, dünya ekonomisini finanse eden tasarrufu Çin ve diğerleri yaratmaya başladı. Grafikte görüldüğü gibi, son yıllarda büyük artış gösteren dünya döviz rezervlerinin % 80’i batının dışında, gelişen ülkelerin elinde.

Goldman Sachs’ın hesaplamasına göre, 2030 yılına kadar büyük çoğunluğu batı dışından 2 milyar kişi yeni küresel orta sınıfa katılacak, küresel talebi büyük ölçüde onlar belirleyecek. Onların zevkleri, tercihleri, paraları belirleyici olacak. Yani bu anlamda da ‘beyaz adam’ın tek başına belirleyici olduğu bir dünyadan farklı bir dünyaya geçmiş olacağız.

İslam Ülkeleri Neden Ekonomik Olarak Başarısız?

İslam, belki de yanlış biçimde yorumlanması nedeniyle, birbirlerini takip eden ve tamamlayan ekonomik hatalar yapmış:

a) “Sanat”ı, “Matbaa”yı yasaklayarak işe başlamış; bir “Yasaklar ve Kapalılar” toplumu yaratılmış, (Aslında, kadının kapatılması da bu dünya görüşünün bir parçası.)

b) “Sanat” yasaklanınca, “Yaratıcılık” yok olmuş; “Öne Geçmek” olanaksızlaşmış; “Takip Edebilmek” bile güçleşmiş.

c) “Yaratıcılık” yok olunca, “Kişilik Sahibi” insanlar yerine, “Kurallara Uyan” insanlar oluşmuş; “Düşünce” sınırlanmış ve “Paylaşılamaz” olmuş; “Yeni İcatlarla Üretim” yapılamamış, sadece tarımsal ürünlerin üretimiyle yetinilmiş.

d) “Üretim” olmayınca, “Ticaret” hiç olamamış; zaten, “Ticaret” dar kalıplar ve zorlamalar içine itilmiş, (İçki, sigara, haç, heykel ticareti yapmak, köpek satmak yasaklanmış. Üzerinde ayet olması ihtimali olan her türlü kâğıt, mal ambalajında kullanılamamış. Faiz, günah sayılmış. Tırmızi, Resulullah’ın “Tüccarlar, kıyamet günü günahkârlar olarak diriltileceklerdir” dediğini yazmış.)

e) “Üretim” olmayınca, “Ticaret” de gelişemeyince, halk “Fakir” kalmış; “Hazır Yeme”ye alışmış. Halk, balık tutmayı öğrenmek yerine, balık satın almaya yönlenmiş. (Aslında, “sıcak para” ve “düşük kur-yüksek faiz” sayesinde biz de, “Hazır Yeme”ye alıştırılmıyor muyuz?)

f) “Fakirlik” yüzünden, “Eğitimsizlik” gelmiş. “Fakir” halk, mecburen, her şeyden vazgeçip yiyecek-yatacak gibi öncelikli ihtiyaçlarını karşılamak için her şeyinden vazgeçmeye hazır olmuş; birbirlerine destek veren “Kabile Yaşamı” gelişmiş. (Tarikatların çoğu bu nedenle gelişmiş.)

g) “Eğitimsiz” halk, ne para kazanabilmeyi ne de para kullanabilmeyi bilebilmiş. “Üretim” sürecinden ve “Sanat”tan daha da uzak kalmış.

h) “Petrol” gibi normal dışı gelir elde eden Müslüman ülkelerde ise, zenginlik halka indirilmemiş; servet sahibi olanlar ise “Yatırım” yapma yerine “Rantiye” olmuşlar, (Bu yüzden Arap şeyhleri, “Üretim”e katkı yapacak yatırımlar yerine, hep gayrimenkul alma veya fon kurma peşindedirler.)

Nur Topu Gibi Bir Fare Doğdu vol.3

Sonunda iddianame açıklandı, nedense kimse "tamam bu iş, gayet haklılar" diyemedi. En önemli kanıtlar ise Kanada'da takılan ne idüğü belirsiz, yaptığı sahte ve çalıntı haberlerle işinden kovulan bir "gazeteci", birkaç telefonda yapılan dedikodu görüşmeleri ve şüphelilerin evlerinde bulunan "ilginç" belgeler (medya böyle diyor, ben değil:) ). Çok ciddi olan derin devletin soruşturulması meselesi tamamen zırvalıklarla doldurulmuş durumda.
***
İddianame o kadar bomba ki, Türk-İş sendikası "Turkish" diye yazılmış.
***
O kadar Gladio, CIA, darbe muhabbeti yapıldıktan sonra bunların hiçbirinin iddianamede yer almaması, ülkenin 1970-80-90larda yaşadığı karanlık olayların bu kadar beceriksiz ve boş bir örgütten çıkması ya trajikomik, yada derin devleti ortaya çıkarma bahanesiyle muhalefetin susturulması iyice ortaya çıkıyor.
***
İddianamenin 119. sayfasından ilginç bir bölüm: “Yine şüpheliler Veli Küçük ve Ümit Oğuztan’dan ele geçirilen “PANZEHİR” isimli dokümanda: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin genç ve yetenekli subaylarının PKK üst yönetim kademesine yerleştirilmesi şeklindeki ibarelerden de yine örgütün kendi ana prensiplerinden olan terör örgütü kurup yönetmek prensibine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin manevi şahsiyetini alet edip kullanmak suretiyle kendi ideolojik ve örgütsel faaliyetlerini gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır.”
PKK yönetimine Türk subayı yerleştirmek... Bunu nasıl başaracaklardı acaba!
***
Ergenekon iddianamesi içindeki garipliklerden birkaçını CHP Milletvekili Atilla Kart anlatıyor:
- İddianamedeki en temel iddialardan biri malum; Danıştay’a yapılan saldırının organizatörü ve azmettiricisi Ergenekon örgütüdür... Başta Alparslan Arslan olmak üzere bu saldırıyı gerçekleştirenler de bu örgütün yapısı içinde görevli kişilerdir. Peki, eğer gerçekten böyleyse o zaman Alparslan Arslan’ın da Ergenekon davasına katılması, sanıklarından biri olması gerekmez mi? Ama her ne hikmetse sanıklar arasında Alparslan yok.
- Bunun nedeni Alparslan Arslan’ın bu suçtan dolayı zaten mahkum olması olamaz mı?
- Hayır, olamaz. Çünkü o dava şu anda Yargıtay aşamasında olduğu için henüz hukuken sonuçlanmamıştır. Ergenekon örgütü hiyararşisi içinde yer almaktan dolayı hakkında dava açılmalıydı.
- İddianamede başka tuhaflıklar da var mı?
- İddianame büyük ölçüde Tuncay Güney’in 2001 yılında gözaltında tutulduğu süre içinde verdiği ifadeler ile evinde ele geçen belgelere dayandırılmış. Gerek bu ifadeler gerekse iddianamede anlatılan olaylar doğruysa Tuncay Güney de örgüt içinde pek çok suça bulaşmış demektir. Ama bakıyoruz o da sanıklar arasında değil. Hatta tanık bile değil. Bir insanın suça bulaştığını da kabul edeceksiniz... Ama sonuçta onu ne sanık ne de tanık yapmayacaksınız.
- Bu iddianameden ciddi bir sonuç çıkar mı?
- Hayır. Sadece pek çok insan mağdur olduğuyla kalır, bir - iki gerçek suçlu da bu karamboldan istifadeyle paçayı sıyırır. Ama bu soruşturmanın amacı zaten suçluları ortaya çıkarmak değil ki. Bu vesileyle toplumu baskı altına alıp sindirmektir. O amaç da şimdiden büyük ölçüde hasıl olmuştur.
***
Hergün muhalefete çamur atmak için iddianamede bile yer almayan yalanları çarşaf çarşaf birinci sayfalarında yayınlayan taraflı basın neden iddianamede geçmekte olan RTE'nin Mehmet Ağar'a 60 milyon dolar rüşvet verdiği iddia edilen telefon konuşmasını yayınlamıyor?
***
CHP lideri Deniz Baykal iddianamenin siyasal güdülerle hazırlandığı kanısında... İddianamede Danıştay cinayeti - Ergenekon ilişkilerine 60 sayfa ayrılmış. Ancak aradaki bağlantı konusunda zorlamalara gidilmiş. Örneğin, Danıştay katili Alparslan Arslan’ın babasının banka hesaplarında cinayet sonrasında artışlar meydana geldiği belirtiliyor. Ama bu artışların kaynağı incelenmemiş. Baba İdris Arslan, bu artışların makul sebeplerini televizyonda açıkladı...
İddianamede Ümraniye’de bulunan bombalarla Cumhuriyet gazetesine atılanların aynı kafile numarasına sahip oldukları söyleniyor. Radikal gazetesi dün Savcı Öz’ün yanıldığını yazıyordu. Radikal 19 Temmuz 2008’de bu konuda bir haber verdi... Buna göre, Türkiye’nin tek bomba bilgi bankası olan Bomba Bilim Merkezi, rakamları karıştırıp Ümraniye’de ele geçirilen el bombalarından birisiyle Cumhuriyet gazetesine 10 Mayıs’ta atılan bombanın aynı kafileden olduğunu rapor etmiş... Eskişehir’de ele geçirilen bir bomba ile Cumhuriyet’e 5 ve 11 Mayıs’ta atılan iki el bombası aynı kafileden olduğu halde, bu bilgi de ıskalanmış. Bunlar iddialı bir iddianamede bulunmaması gereken hatalar...
***
Bu arada kafa yapısını değiştirmeyen muhalefete "papağanlar", AKP'nin, dolayısıyla bu Ergenekon soruşturmasının en büyük destekçilerine köşe yazısında "pervaneler" ismini veren Osman Ulagay'ın gelen tepkiler üzerine yazdığı cevabı da buradan aktarmak istiyorum:

"... O yazıda “papağanlar” diye tanımladığım kesimden pek tepki gelmedi, geldiyse de ben farkında değilim. Kendilerinin, “pervaneler” diye tanımladığım gruba girdiğini düşünen Hasan Cemal, Cengiz Çandar ve Ali Bayramoğlu gibi eski tanıdıklar ise, yaramazlık yaparken yakalanmış çocukların hırçınlığıyla saldırıya geçtiler. Bir orkestra ya da koro düzeni içinde, birinin bıraktığı yerden öteki başlıyor ve biraz da papağanları andırır biçimde, hep aynı yakıştırmaları ve suçlamaları tekrarlıyorlar.
Neymiş efendim, onlar “darbeciler”e karşı aslanlar gibi demokrasiyi savunurken ben ortadan toz olmuşum; hatta, benim de kendisi gibi davrandığımı sanan, hayali iyice geniş birine göre, yurtdışına kaçmışım. Onlardan, otuz yıllık bir arkadaşıma göre ben “ne kokan, ne bulaşan bir tatlı su demokratı” imişim. Oysa devir taraf tutma devriymiş ve onların (ve tesadüfen AKP’nin) tarafını tutmayanlar gerçek demokrat olamazmış. Emre Aköz gibi zinde kuvvetlerin katkısıyla düzeyi daha da alçalan ve özel yaşama da bulaşmaya yeltenen, yalan yanlış yakıştırmalarla dolu sataşmalar.

Oysa benim nerede durduğumu, hangi “tarafı” ya da görüşü savunduğumu, neyi neden yaptığımı çok iyi bilebilecek durumda bu eski dostlar. Son bir yılda yazdıklarım, AKP gerçeği hakkında, darbe girişimlerinin çıkmazı konusunda, kapatma davasının yanlışlığı hakkında ne düşündüğümü net biçimde ortaya koyan bir kitap dahil, ortada. Ama onların derdi fikir tartışması yapmak değil, faullü de olsa bana “gol atmak“ ve “maçı kazanmak”.
Benim için yaralayıcı olan da bu. Fikir tartışmasının yerini futbol taraftarlığı mantığının alması ve bu hastalığın bu kadar yakınıma sıçramış olması beni fena halde rahatsız ediyor. Ne diyeyim, mücadeleleri mübarek olsun. Bu konuyu burada noktalarken bu köşeyi böyle bir cevap için kullanmamdan rahatsız olan okurlarımdan da özür diliyorum."
***
"Yazının başındaki resim ne alaka?" diyecekler için kısa açıklama: İnternette dolanırken rastladım ve baya bi güldüm, herkes bu Ergenekon olayını kendine göre yontuyor işte. :)

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Ne Kadar Derin


6ay önce, ifademe başvurulmak üzere çağrıldığım İstanbul adliyesinde “Ergenekon Savcısı” Zekeriya Öz, Celal Kazdağlı ile birlikte yazdığımız “Ergenekon” (İmge, 1997) kitabını sormuştu:
“10 yıl önce örgütün adına, bağlantılarına ulaşmışsınız. Neden devam etmediniz?”
Başka bir şey ima etmek istiyordu.
Ben bir madenci cevabı verdim:
“İnebildiğimiz kadar derine indiğimizi düşünüyorduk.”

İddianame açıklandığına göre aynı soruyu ben sorabilirim:
“Savcı yeterince derine inebilmiş mi?”
Kıyaslayabilmek için bizim kitaptan birkaç hatırlatma yapacağım.
Neler yazmıştık?
Örgütün Avrupa’da, Soğuk Savaş döneminde, CIA desteğiyle, NATO bünyesinde kurulduğunu,
Esasen solun yükselişini önlemeyi amaçladığını, bunun için Nazi artığı faşistlerle mafyayı tetikçi olarak kullandığını,
Provokatif eylemlerle kaos yaratıp bir darbeyi kışkırttığını...
Kökeninin 12 Mart’a uzandığını, o dönem adının “Ergenekon” takıldığını, içinde subayların, emniyetçilerin, profesörlerin, gazetecilerin, işadamlarının yer aldığını...
12 Eylül öncesi MİT ve Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi içinde teşkilatlandığını...
Darbeye giden yolda, 16 Mart katliamından, faili meçhul kalan cinayetlere kadar pek çok kanlı eyleme imza attığını,
12 Eylül’den önce ASALA’ya, 12 Eylül’den sonra PKK’ya karşı kimi eylemlerde istihdam edildiğini,
Dönemin Başbakan’ının verdiği işaretle (Veli Küçük’ün görev bölgesinde) 20’ye yakın Kürt işadamının öldürülmesi işini üstlendiğini,
Maaşının, hileli yollardan verilen ihalelerle ödendiğini,
Zamanla amacını aşıp “özelleştiğini”, dönemin Başbakan’ı tarafından oluşturulan “Özel Büro” içindeki “mafya liderleri, aşiret reisleri, üst düzey polisler” aracılığıyla terörle mücadele adı altında siyasi iktidarı kontrol altında tutmaya soyunduğunu...
Uğur Mumcu’nun terör örgütleriyle devletin bağlantılarını çözmeye çalışırken ve “Apo’nun kontrgerillacılarla işbirliği yaptığı” kuşkularından hemen sonra öldürüldüğünü...
Özal suikastını soruşturan savcının, suikastçının “Dazkırı’daki kontrgerilla teşkilatına mensup” olduğunu saptadığını ama “MİT’le ilgili adamlar”ca uyarılıp tahkikatı bıraktığını...
Örgütün Susurluk kazasıyla deşifre olduğunu, Avrupa’da “Gladio” açığa çıktıktan sonra sıranın Türkiye’ye geldiğini...
Tanıkları ve belgeleri konuşturarak yazmıştık.

Kitap ortada...
Ne eksikti kitapta?
“Çetenin sol kolu...”
Ondan da sonraki yazılarımızda bahsetmiştik.
Sabancı suikastının faili Duyar öldürüldüğünde “Bunu devlet örgütlenmesi içinde bir kol yaptırdı. Bir hesaplaşma vardı, bize çözdürdüler” diyen sese kulak vermiş, Duyar konuşmadan hemen önce Karagümrük çetesini Afyon cezaevine sevk ettiren bürokratı sorgulamış ve demiştik ki:
“Duyar konuşsa hep sağ eliyle vurduğunu sandığımız çetenin sol elini de görecektik.” (20.2.1999)

10 yıllık bu bilgileri, bugünkü iddianameyle kıyaslayınca ne görüyoruz:
Yukarıdaki iddiaların birçoğunu doğrulayan veriler...
Fark nerede?
Savcı, bu devasa örgüt için “sarı saçlı, göçmen tipli, sert mizaçlı, vs.” diye bir lider eşkâli veriyor. Adını bilemiyor.
Ama “Örgütün MİT ve TSK ile bağlantısı olmadığını” söylüyor.
Böylece -bence- bütün bir maziyi sıfırlıyor; örgütü, 12 Eylül öncesi doğduğu yerlerden, “beyni”nden değil, “sinir uçları”ndan tutuyor.
İddialarını, örgütün tarihsel, kurumsal, küresel kökenlerine değil, gündelik olaylara, telefon geyiklerine, güvenilirliği tartışmalı tanık ve belgelere dayandırıyor. Arka planı olmayan, muğlak, eksik bir tablo çiziyor.
Daha da önemlisi -ve asıl sakıncalısı- dava, topyekûn bir arınmanın değil, gündelik, yüzeysel bir siyasi hesaplaşmanın izlerini taşıyor.
O yüzden de çok ihtiyaç duyacağı kamuoyu desteğinden mahrum başlıyor.

Bütün çekincelerime rağmen, sadece Türkiye’nin ufkunu değil, bizim de gençliğimizi karartan örgütün adını taşıyan bu davayı çok önemsediğimi, iddianameyi eksik bulsam da heyecanla okuduğumu söylemeliyim.
Peki “derin devlet”, iddianamedeki örgüt mü?
Emin değilim.
Giderek, asıl bu temizliği yapanın derin devlet olduğuna ikna oluyorum.
Savcıyı görsem sormak isterim:
“Örgütün adına, bağlantılarına ulaşmışsınız. Neden derine inmediniz?”

Yazı: Can Dündar
***
Bir soru da benden; neden inatla Tansu Çiller, Sedat Bucak ve Mehmet Ağar bir ifade vermeye bile çağrılmıyor?

Yihuuu Demokrasimiz Kurtuldu!

AKP, Anayasa Mahkemesi kurulu tarafından, eylemleri laikliğe karşı odak oluşturduğu gerekçesiyle 10'a 1 oyuyla mahkum edildi. Mahkum edilmek illa kapatmak, son vermek değil fakat bu ciddi ihtar karşısında bile 5 dakika düşünmeyi düşünmeyen AKP milletvekilleri çeşitli kanallarda üzücü ve trajikomik bir şekilde "Anayasa Mahkemesi AKP için durmak yok yola devam dedi" diyebilmekte. Türkiye'de siyasetin ve sığ demokrasi anlayışının geldiği noktayı bu sayede birkez daha görmüş olduk.
***
Bu dava sayesinde herkesin içinde bir Polyanna olduğunu da görmüş olduk. Yorum yapan herkesin ağzında "ders alma" lafı.. AKP bu dava sonucunda ders alacakmış falan falan..
Bu insanlar ya saf yada oynuyorlar, ötesi yok.. Şimdiye kadar PKK'ya mı ders verdik, Erbakan mı ders aldı, kim o korkup dersini alip hizaya gecen bi örnek istiyorum mümkünse..
Daha tırt bi laf duymamıştım, akp ders alacakmış..tabi tabi, bekle sen..
***
Dava sonucunda RTE çıkıp da "çok da bir tarafımızda yardım" derse şaşırmamak lazım, malum, ihalelerden havuza akan paralar,el altında bulunan devlet kaynakları, gemisi, pastorize yumurtası derken zaten gül gibi geçinip gidiyorlardı.
***
Bu arada konu AKP' nin kapatılma davası oldumu esip gürleyen, bildiriler hazırlayan fakat Ergenekon soruşturması yada 1 Mayıs olaylarında olduğu gibi insan haklarına aykırı uygulamalarda sesi çıkmayan Avrupa Birliği'nin adamı Lagendijk karar sonrası "rahatladım" demiş, kendisine buradan peçete vermek istiyorum.
***
Ergenekoncular da partileşse, bu kadar yaptıkları iddia edilen şeylerden sonra para cezasıyla yırtarlardı herhalde, yanlış yapmışlar. :)
***
Sonuçta kapatma davası akp aleYhine sonuçlansaydı, akp mazlum edebiyatı ile oylarını arttıracak, muhalefeti/ikamesi olmadığı için başka bir adla hortlayacak ve hadise kimseye ama AKP'ye yarayacaktı.

Kötü olan ise AKP bu davadan sonra en kısa zamanda kadrolaşma hamlesinin çapını genişletip, kanun ve yönetmelikleri değiştirecek ve karşısına çıkabilecek her türlü engeli zayıflatacaktır.

Türkiye asla eskisi gibi olamayacak diyemiyor insan, ama son 6 senedeki dönüşüm hiç bir şeye benzemiyor ve yürekleri parçalıyor. Kemalistin, laikin artık bir hakaret gibi kullanıldığı güzel memleketim ne hallere düştü biz bu hale nasıl geldik !!! Belki tıpkı rönesans, reform gibi Türkiye'de yeşil devi güreşerek yenmek zorunda. ama insan ya aksi olursa diyor ..

29 Temmuz 2008 Salı

Susma Sinan.. Hep Böyle Devam..

Artık kaçıncı kez Fenerbahçe üzerinden lakırdı ifşa ettiğinin sayısını biz unuttuk. "Benim şu oyuncum bu kadar Alex eder, bu oyuncum şu kadar Carlos eder, 2 Delgado 1 Bobo 3 tane Fenerbahçe eder" babındaki kelamlarına başlarda kızsakta, şimdilerde eğlenmeye başladık. Gün oldu bir Fenerbahçe maçından sonra takımını ligten çekip paf takımıyla lige devam etti (!!), gün oldu Fenerbahçe'yi kendine rakip görmedi. Bugünlerde de "Bir Bobo, üç Guiza eder" tespitiyle yine karşımızda arz-ı endam etti. Sart ettiği cümleler, cümlelerindeki özneler, yüklemler, tümleçler değişse de, söylediklerinde değişmeyen tek bir şey vardı hep; "Fenerbahçe".

Hani sorarlar ya bazen "Fenerbahçe nedir ?" diye çok bilmiş edebi futbol ustaları. Süslü kelimelere, yaldızlı cümlelere hacet yok. Bakın Sinan'a ve Fenerbahçe'nin ne olduğunu görün. Anlayın. Bu kadar nettir Fenerbahçe'nin ne olduğu. Ve Sinan Engin bilinen, tanınan biri olduğu için bu kadar gündemde. Sağınıza solunuza bakın, futbolla ilgili forumları gezin, Sinan Engin'in bi dünya benzerini göreceksiniz. Fenerbahçe ile kafayı bozmuş olanlar, Fenerbahçe kompleksinden dünyalarını şaşıranlar, Fenerbahçe'ye saldırabilmek için sinekten yağ çıkaranlar...

Velhasıl, Sinan susmasın. Sinan'ın ünlü olmayan bi dünya benzeri de susmasınlar. Onlar hep olsun ki Fenerbahçe neymiş, bizler daha iyi anlayalım. Nur içinde yatsın büyük usta Halit Çapın, taa 1987'de yazdığı "Biz Fenerbahçeliyiz.. Bizden Çok Adam Çıkar.." başlıklı yazısında bakın ne demiş;

"Fenerbahçe şimdilerde, sadece ismiyle bile bazılarını prostat eder, gecede dört defa teşaşüre kaldırır..."

Şimdilerde de aynı Çapın Usta.. Değişen hiçbir şey yok...

Yazı: King Santillana

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Ampul

Olayın kahramanları, iki üniversite öğrencisi.. Koyu geyik muhabbetinin düğümlendiği durumlardan birinde, bu iki kafadar bir iddiaya girer....

Delikanlılardan biri, odanın tavanında asılı olan ampulü ağzına tamamen sığdırabileceğini iddia eder.... Evet yanlış okumadınız, bildiğiniz 100 mumluk ampulü... ve sığdırır da.

Ancak bir sorun vardır. Ampulü ağzından geri çıkaramamaktadır. Arkadaşı hayret eder bu nasıl iş diye, o da evdeki başka bir ampulü ağzına sokar ve tabii ki o da çıkaramaz. Bunun üzerine iki kafadar hastanenin yolunu tutmaya karar verirler. Ağızlarında ampul oldugu halde bir taksiye atlarlar. Konuşma zorluğu çekerek taksiciye dertlerini anlatırlar. Taksici bir taraftan gülme krizi geçirirken bir taraftan da 'nasıl olur abi ya, uğraşsanız çıkar, bir asılın şuna, şaka mı yapıyonuz?' diye söylenmektedir. Neyse akşamın bir yarısında acile gelirler. Taksici ayrılır. Doktorlar çocukları beklemeleri için bir odaya alır.Veeee,

aradan 15 dakika geçmeden taksici kapıda görünür; ağzında bir ampulle. Amcam çocuklara inanmamış, açık olan bir marketten ampul almış ve denemiştir !!

Şimdi anladınız mı Ampul Partisi'nin Türkiye'de nasıl iktidara geldiğini?