26 Haziran 2009 Cuma

Kramer the Movie Expert

Sevdan Olmasa

Sevdan olmasa, ben de her sabah gazeteye başından başlar; sondan bir önceki sayfayı o koca manşetleri göremeyecek hızla çevirmek gibi bir reflekse sahip olamazdım...yenildiğin günün ertesinde kahvaltımı yapabilir, akşamından da o kadar kalmazdım...

Sevdan olmasa o kadar kilometre yapmaz, bu denli duman almaz , çok benzin de yakmazdım. Ben de her insan evladı gibi afili rüyalar görür, rüyalarını paylaşanlardan olurdum... Sevgili ile fikstürüne bakmadan planlayabilirdim haftasonlarını. Ligtv'li mekanları araştırmaz, hedefi şaşırmıssam garsonlara çaktırmadan maç sonucu sormazdım. Sevinçli verilen mağlubiyet haberlerine sinir olmaz, "maçı bile izlemeyen kofti taraftar" yerine de konulmazdım...

Sevdan olmasa... içinde oyunun kırıntısı bulunan filmleri kovalamak yerine Lars von Trier'ı , Fellini'yi beğenebilir, hatta Trufo'dan keyif alabilecek kıvama bile gelebilirdim ; yerini, yurdunu bilmediğim tiyatro salonlarına koşar , 3 perdelik bir oyunu sıkılmadan izler , Brecht'in sistem karşıtlığı üzerine ahkam keserdim , gerekirse Godot'yu bile beklerdim... 1 Mayıs'larda utanmaz, olmayan bir devrimci futbol çizgisi üzerinde şaşmadan yürümeye çalışmazdım... Paşaların mı , halkın mı takımısın bilinmez ama sevdan olmasa, ben emekçi kardeşlerimi, simitçi, çırak, boyacı, köfteci kardeşlerimi tanımaz, kardeşim de saymaz , sınıfsal bilince, sınıfsız geleceğe eremezdim... Hakkında yazılmış ve de basılmış her satırı takip edebilmek için para harcamaz; hakem eskilerinin , zirzop spikerlerin kitaplarını almaz; kasanın önünde kolumun altında Fikret Başkaya kitaplarımla daha bir güvenli , entel olmadı asi dururdum... Sırf benziyorsun diye Ankaralı renkdaşına gönlümü vermez, ikinci yüzyıla hazırlanmaz , "bıraktık işi gücü, saldır Ankaragücü" kafasına gelemezdim... Sarı'yı, Lacivert'i renk bilir, böylesine tapmaz kesme işaretleri de kullanmazdım... Benim de rengarenk bir gardrobum, yasak olmayan hediyelerim, sınırsız renk seçeneklerim olurdu... Delinmemiş duvarlar, meşale yakılmamış evler, geri alınmış kira depozitlerim olurdu... En ucuz biralarla, en fena gobitlerle, yurdumun her köşesinden el değmiş tükürük köfteleri ile yıpranmamış bir mide de benimdi...

Sevdan olmasa ben de şarkı sözleri ezberleyebilir, ama melodileri bu kadar aklımda tutamazdım zira her bir tınıyı uğruna beste yapmak için almışım hafızama. Müzikte tavır nedir, nota nedir bilir ama 50 bin kişi nasıl detone olmadan şarkı söyler, nasıl sadece bağırarak dünyanın en güzel sesini çıkarır, nasıl aynı anda zıplayıp aynı anda yere iner akıl sır erdiremezdim... Ezeli rakibinle yapacağın maç öncesi, deplasmana koşmaz; samiyen'de, inönü'de atmosferi solumak için study trip yapmazdım.

Sevdan olmasa "tesadüfen" yaşadığım pazartesi kavgalarım, haftasonu yalanlarım olmazdı. Ortaöğretim devamsızlıklarım dengeli dağılır, pazartesileri okula giderdim.. Sabah evden ekmek almaya çıkıp senle buluşmaz, anne babadan izin faslını geçmek için bütün hafta tek simit almadan para biriktirmezdim. Kumaş makası ve pazar dergileriyle konfeti hazırlamaz, Gençlik Parkı’yla, Arjantin 78’le yaşım geldiğinde tanışırdım…

Vicdan Kanseri

Milliyet üç gündür bir insanlık kavgası veriyor. Hapiste bir üniversite rektörü var:
Kanser..
Tutuklanmadan 1 ay önce ameliyatla sol testisi alınmış.
Radyoterapi görecekken tutuklanmış.
Cezaevi şartlarında sağlığı daha da bozulmuş. Bir damarı yüzde 90 tıkalı iken, ikinci damarı da yüzde 60 tıkanmış.
Kolestrolü yükselmiş.
Şekeri nüksetmiş.
Avukatları tahliye talep ediyorlar.
Mahkeme duvar:
“Kuvvetli suç şüphesi var. Tutukluluğunun devamına...”
Avukatlar acilen radyoterapi uygulanması gerektiğine dair resmi raporla yeniden başvuruyorlar.
Mahkeme yine reddediyor:
“Raporda ‘hayati tehlike’den söz edilmiyor.”
Bunun üzerine “Kesin hayati tehlike var” raporu geliyor.
Mahkeme 3. kez “Hayır, bırakmam” diyor.
Hasta ağırlaşıyor. Sağlık Bakanlığı'na bağlı hastane “Radyoterapi uygulanmaması hayati tehlike yaratıyor. Baypas yapılması da zorunlu” raporu veriliyor.
Rektör, hastanede tek kişilik bir odaya kapatılıyor. Başına bir jandarma dikiliyor.
Eşi, yanında olmak istiyor. Hastane, “Yanında refakatçi bulunması uygundur” raporu veriyor.
Bu kez savcılık duvarlaşıyor:
“’Uygundur’ demek yetmez, ‘zorunludur’ demesi lazım.”
Aynı savcılık, “Nüfus müdürlüğünden eşi olduğunuzu kanıtlayacak belge alın gelin” diyor.
Uludağ Üniversitesi Rektörü, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Vekili Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran ve eşi Merih Yurtkuran’a yapılanlara bakınca, bu ülkenin yargı ve yönetimine “habis vicdan kanseri” teşhisi koyabiliyoruz.
Tedavisi çok zor bir kanser türü bu...
Üstelik metastaz yapmış, medyaya da sıçramış, bir kısmında vicdan dokularını tamamen öldürmüş durumda...
Öyle ki çoğu, olayın kendisini görmeyip Adalet Bakanlığı'nın yalanlamasını haberleştirebildiler.
Ya üniversitenin, rektörün yetiştirdiği doktorların, öğrencilerinin, onun yerini alan rektörün suskunluğuna ne demeli?..
Vicdan kanseri, oraya da mı sıçradı?
Evrensel hukuk bir seri katile bile tedavi için tahliye hakkı verirken, henüz neyle suçlandığı bile belli olmayan bir üniversite rektöründen bu hakkın esirgenmesi, (Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy’un deyimiyle) “taammüden adam öldürmek sayılır.”
Aynı yargının daha önce çete kurmaktan yargılananları “Hafızasını kaybetmiş” diye tahliye ettiğini, onların daha sonra kayıp hafızalarıyla siyaset sahnesinde boy gösterdiğini hatırlamıyor muyuz?
Dolandırıcılıktan mahkûm olanlar, yaşlılık gerekçesiyle affedilip siyasete dönmediler mi?
Burada asıl “suç”, siyasallaşmış bir yargının tersi yönde bir siyasi eğilime sahip olmak mıdır?
“Zamanında onlar da bize neler yaptılar”ın hıncı mıdır?
“Bırakırsak sonra onlar bizi yargılar” kaygısı mıdır?
Her ne ise, darbe dönemlerini aratmayan bu uygulama, Türkiye tarihinin en büyük suç örgütlerinden biri olduğuna inandığım "Ergenekon" un çökertilmesine filan değil, asıl çetenin ve faillerin gözlerden gizlenmesine yarar ancak...
Bir de vicdan sahiplerini “Hepimiz Ergenekoncuyuz” deme noktasına getirmeye...
Testissiz yaşanır da, vicdansız zor...

Yazı: Can Dündar

Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yandı

Askeri Savcılık, “İrtica Eylem Planı” belgesinin Genelkurmay’da hazırlanmadığının tespit edildiğini açıkladı. Belgedeki imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğuna ilişkin delil bulunmadığını belirten Savcılık, kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi.

''Anayasal bir kurum olarak düzenlenen ve Türk milleti adına yargılama faaliyeti yapan askeri mahkemelerin görev ve yetkilerine ilişkin mevzuat hükümleri dikkate alındığında, söz konusu olayla ilgili soruşturma görevinin Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına ait olduğuna kuşku bulunmamaktadır''

- 16 Haziran 2009 tarihinde belge üzerinde karargah çalışma usulleri, askeri yazışma teknikleri ile emir, talimat, yönerge ve uygulamalara uygunluğu açısından bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Düzenlenen raporda, belgenin şekil açısından hiçbir askeri yazı biçimine uymadığı, belgeye resmi evrak niteliği kazandıracak herhangi bir unsuru içermediği, karargah çalışma usulleri ve askeri yazım teknikleriyle uyuşmayan birçok maddi hata bulunduğu, askeri yazışma gelenekleriyle örtüşmeyen ibare ve kısaltmalara yer verildiği belirtilmiştir.

- Bilgisayarlar üzerindeki inceleme 13 Haziran 2009'da tamamlanmış, düzenlenen raporda söz konusu belgeye veya belgenin izine rastlanılmadığı belirtilmiştir.

- Adli Tıp Kurumunca tanzim edilen raporda özetle inceleme konusu fotokopi belgedeki imzanın belgeye sonradan eklenip eklenmediği ve Albay Çiçek'in mukayese imzaları arasında biçimsel olarak benzerlik saptanmakla birlikte fotokopi belgeden yapılacak değerlendirmelerin sağlıklı olamayacağına işaret edilerek, inceleme konusu imzanın Albay Çiçek'in eli ürünü olduğu ya da olmadığı hususlarında bir tespite gidilemediği belirtilmiştir.

23 Haziran 2009 Salı

Padişahım Sen Çok Yaşa!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Karaman’dan Ankara'daki bir nikaha yetişmek için yola çıktı. Ancak Gül ve ekibi geç kalmışlardı. Cumhurbaşkanı’nı eski Bayındırlık Bakanı Zeki Ergezen'in oğlunun düğününe yetiştirmek isteyen bürokrasi, iki şehir arasındaki yolu kapatarak bir ilke imza attı.
Bu olaydan geriye ise, Cumhurbaşkanı düğüne yetişsin diye kendi işlerinden ve zamanlarından olan vatandaşın çaresiz isyanı kaldı.

Görüntüsü için tıklayın.

22 Haziran 2009 Pazartesi

And the Top Gear's Stig is..

Sırası Gelenler...

DEMEK ki Genelkurmay'daki subay, yazıcıya "Darbe planı yapalım" dedi. Yazıcı "Kaç kopya olsun komutanım?" diye sordu.

Komutan "Üç..." dedi:

"Biri avukat arkadaşa gidecek, birisi Taraf Gazetesi'ne, biri de zaten gizli..."

Yazıcı selam çaktı, oturup yazdılar.

Bitince subay komutana koştu:

"Komutanım adı ne olsun?.."

"Neyin?.."

"Darbenin... Yapmıyacak mıyız?.."

"Yapacaz..."

"Darbenin adı olsun ki, ne yaptığımızı bilelim..."

Sonunda gizli şifreli, kimsenin anlayamayacağı bir isim buldular:

"AKP ve Fethullah Gülen'i bitirme planı..."

Komutan sordu:

"Ne olduğu anlaşılıyor mu?.."

Öbürü yanıtladı:

"Hayır komutanım, hiç anlaşılmıyor... Sanki başka bir şeyin şeyiymiş gibi belli bile değil..."

Komutan sevindi:

"Şifreli ya..."

*

İki gündür onu düşünüyorum; Genelkurmay'ın darbe planı herhangi bir avukatın bürosunda ne arıyor?..

Doğrusu belgenin başlığı da ilgimi çekiyor:

"AKP ve Fethullah Gülen'i bitirme planı..."

Levazıma bulgur alımı emrini gördüğümüzde, iki gün "LK-BAT"ın bizim akşam yiyeceğimiz bulgur pilavı ile ne ilgisi olduğunu düşünmüştük.

Sonra anlamıştık ki "Levazım Komutanlığına-Bulgur Alma Talimatı" yani; LK-BAT...

Ama darbe planı bu kadar açık ve net:

"AKP ve Fethullah Gülen'i bitirme planı..."

*

Neler oluyor sizce?..

Ergenekon davası, emekli paşalara ve sıradan insanlara gerekeni yaptı. Ama TSK içindeki rütbelilere uzanamadı...

Bunun ön hazırlığı mıdır bu?..

Dilini tutamayan Bülent Arınç'ın halkın önünde daha geçen gün "Sıra büyüklerinde..." demesinden tam on gün sonraya denk geliyor bu olanlar...

Sıra büyüklerde mi?..

Yazı: Bekir Coşkun