28 Haziran 2008 Cumartesi

Hep Destek Tam Destek

Antu.com forumlarından 2000’de çıkmıştı bu söz öbeği. O günden sonra Hep Destek Tam Destek (HDTD) sözü öyle benimsendi ki ilk sezonda şampiyonluğu getirdi Kadıköy’e uzun bir aradan sonra. Rize’de kaybedilen bir maç sonrası insanlar havalimanına koştular takımı bağrına basmak için. HDTD diyerek lisanslı ürünler alındı, kulübe destek olundu, iyi günde kötü günde beraberiz denildi. Ligi altıncı bitirdiğimiz 2002-2003 sezonunda insanlar stadyuma koştu. O gün için gayet doğru söylenmiş bir sözdü, yerini buldu, amacına ulaştı. Daha sonra rakipler tarafından taklit edilmeye başlandı. Hatta ünü o kadar yayıldı ki, HDTD Fenerbahçe tribünlerini aşarak atasözü muamelesi görerek reklamlara konu oldu.

Aradan geçen seneler içinde HDTD sözü daha da benimsendi. Hatta algılanma şekli, içeriği değişerek kimseyi eleştirmemek gibi bir mantık yüklendi HDTD’ye. Birisini eleştirmek istediğiniz zaman HDTD diyerek engellendiniz, fikrinizi sunamaz oldunuz. Özelliklede HDTD’nin çıkış yeri olan Antu’da.

Bu sezon içinde HDTD adına gerçekten güzel örnekler görmedik de değil. UNIGFB’nin Kezman’ın tartaklanması sonrası tesislere gidip Kezman’a destek vermesi ve Şampiyonlar Ligi’nin tamamlanması sonrası Maraton’da açılan pankart gibi.

Şimdi soruyorum, HDTD demek kimseyi eleştirmemek, yönetim ne yaparsa “tamam” diyerek sineye çekmek midir? Yanlış olduğunu bile bile sadece HDTD diyerek yanlışları savunmak veya susmak mıdır?

Gol Sevincini Göstermemek Vol.2

Hollandalı Guus Hiddink'in çalıştırdığı Rusya'nın, Hollanda'yı Euro 2008'den elediği maçın maç sonrası görüntülerini izlerken düşündük de.. Hollandalı bir adam, kendi ülkesinin milli takımını kupa dışına itmiş ve deliler gibi seviniyor. Hatta çıldırıyor. Genelde edepli, uslu, ağırbaşlı görüp bildiğimiz Hiddink, kabından taşıyor, şelale-çağlayan oluyor adeta.. Sonra da "acaba bizde olsa, nasıl olurdu ?" dedik.. Mesela Hırvatistan Türkiye'yi penaltılarla eliyor, ve Hırvatistan'ın hocası da mesela Mustafa Denizli, mesela Ersun Yanal, mesela Yılmaz Vural oluyor.. Ve maç sonrasında da deliler gibi seviniyor.. Nasıl olurdu ? Yada olur muydu ? Çünkü gözümüzde canlandırmak bile imkansız gibi.. Ve acaba basınımız ve futbol kamuoyumuz neler söyler, neler yazardı ? Nasıl bir iğdiş yapılır, nasıl bir vatan hainliği yaftası yapıştırılırdı ? Öyle ya.. Hiddink ülkesini sevmiyor demek ki !! Ülkesini, milletini, vatanını, bayrağını sadece biz seviyoruz.. Bizden başka seven yok, olamaz da !!!

Colin Kazım Richards

Bir yıl önce Sheffield United formasıyla Premier Lig'den küme düşmüş bir oyuncu olarak Fenerbahçe'ye geldi. Beşiktaş'la anlaşmak üzerindeyken, son anda Fenerbahçe'ye gelmesi nedeniyle,sokak tabiriyle Fenerbahçe'nin elinde patlayacak transferler listesinin en başında yazılıyordu adı. Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finali gördü önce. Chelsea'ya Kadıköy'de gol attı. Daha sonra Milli Takım Aday kadrosuna çağırıldı. Hiç şansı yok dendi. Geri dönecek 3 kişiden biri olması beklendi, buna rağmen kadroda kaldı ve Euro 2008 yarı final maçına ilk onbirde çıktı ve ilk yarı müthiş bir oyun ortaya koydu.. Futbol böyle bir şey işte.

Yeni Başlayanlar İçin Rüştü


Ders 1:
Kaleyi alakasız bir şekilde terk etmek
ve olmayacak pozisyonların
golle sonuçlanmasına sebep olmak


Aziz'in Düdüğü

Tribün dağıtmalar, Zico'nun gönderilişi, Aragones & Emre transferleri.. Artık sıkmaya başladın.

Luis Aragones Fenerbahçe' de (ne yazık ki)

İstemiyordum böyle bir adamın Fenerbahçe'nin başına geçmesini. Yaşı, ırkçı, sorunlu, huysuz olması geçerli sebeplerdir sanırım böyle bir adamı takımın başında istememem için.

Belki on sene önce olsa, internetin bu kadar yaygın olmadığı dönemlerde olsa İspanya Milli Takımının Hocası Fenerbahçe'de denildiği zaman hemen üzerine atlardık. Fakat şimdi elinin altındaki bilgisayardan kimin ne olduğunu, yedi sülalesini öğrenebiliyorsun. Kimsenin çıkıpta bu adamı savunmasına gerek yok.

Fenerbahçemize hayırlı olsun diyor, Fatih Terim olmadığı için ufak bir tebessüm ediyor, Emre Belözoğlu ve Luis Aragones gibi başka bir saçma transfer yapılmadan bir an önce sezon başlasın diliyorum.

Not: Fenerbahçe taraftarı olanlar bloga bakarken bu satırları okurken biraz daha az mutsuz olmalarını sağlamak için Aragones' in bugünkü hali yerine gençlik fotoğrafını koydum. Zaman İsmet Paşa'nın dönemleri :)

Ben Ne Zaman Golcü Olacağım Anne?

2007-2008 sezonunu kıyaslama, karşılaştırma, ölçme biçme ile geçirdik resmen biz Fenerbahçeliler. Kimler arasında yaptık bunu, Semih'le Kezman arasında. Görünen o ki, 2008-2009 sezonunda da karşılaştırmalı, kıyaslamalı günler bizleri bekliyor. Tüm bir sezon boyunca, maçların yüzde sekseninde sonradan oyuna girerek Türkiye Ligi Gol Kralı olan Semih, golcü değil denilen, "Türkiye Liginde oynar işte" denilen, Milli Takıma seçildiğinde "Milli takım resmen santrforsuz kaldı" denilen Semih, Euro 2008'de de İsviçre'ye 1, Hırvatistan'a 1 ve Almanya'ya 1 gol atarak, 3 golle Milli Takımın en golcü futbolcusu oldu. Yine delişmendi, yine rakip defansları irrite edendi, yine çalışkandı ve yine üretkendi. "CV'si yok, kariyeri çapsız" söylemlerine de Türkiye Ligi Gol Kralı ve Avrupa Şampiyonasının en golcü Türk topçusu sıfatlarıyla belki de bir nebze yanıt verebildi herhalde. Ama gelin görün ki Semih, yine hak ettiği yeri almayacak, hak ettiği değeri görmeyecek bu ülkede. Yerel maçlarda, uluslararası maçlarda golleri çakıp çakıp duracak ama şu soruyu da her daim soracak; "Ben ne zaman golcü olacağım anne ?". Valla olamayacaksın Semih. Bir Kezman gelecek, bir Guiza gelecek, bir X, bir Y gelecek, sen kenarda oturacaksın. Kenardan gelip takımını kurtaracaksın ama asla ve kat'a golcü olamayacaksın. Çünkü senin adın Semih. Biz 30 senedir futbol izleyen bir adam olarak, Semih kadar hak ettiği değeri görmeyen bir topçuya şahit olmadık. Bu adamın daha ne yapması lazım Allah aşkına ?...

Luca Toni



Luca Toni: Gol atana kadar bıyığımı kesmeyeceğim.

Yıl 2012

27 Haziran 2008 Cuma

Şeref Tribünü Hadisesi

Zamanında aynı ortamda bulunduğum tanınmış bir kanalın önde gelen spor muhabirlerinden birisi, o zamanlar Fenerbahçe’nin oynadığı bir Avrupa Kupası maçı öncesi Hakan Bilal Kutlualp’ın görevliler tarafından stada sokulmadığını belirtip “Adam Alex’i Brezilya’dan uçağa koyup getirdi maça giremiyor” demişti. Kluivert ile ilgili hadiseyi okuyunca aklıma bu anektod geldi. Hollandalı oyuncu ülkesinin Romanya ile oynadığı çeyrek final maçı öncesi federasyondan bedava bilet talebinde bulunmuş. Hollanda Futbol Federasyonu da "arkadaş sen milli takım oyuncusu değilsin, elini cebine at biletini al" diye cevabı yapıştırmış.

Şimdi bunu okuyunca aklıma bizim meşhur şeref tribunlerimiz geldi. O şeref tribunlerinde eski milli oyuncuyu bırakın (adam bir de o ülkenin herhangi bir kulüp takımının kazandığı son Şampiyonlar Ligi Kupası’nın mimarı olan adam) bakanın bacanağının oturduğunu bilirim. Bir de ben bu isme takmış durumdayım. Şeref Tribünü. Avrupa’da bir tane stadda "Tribune of Honor" ya da "Honorary Tribune" diye bir şey duymadım. Business Seats vardır, onun altında da protokol denen koltuklar vardır, zaten o protokolda kimin nereye oturacağı da bellidir, hepsi isme rezerv edilmiştir. Son Galatasaray-Fenerbahçe maçında Fatih Terim maçı izlemeye geldiğinde yerinde başka birisinin oturduğunu gördüğü için staddan ayrılmıştı. Daha önce o tribünlerde oturan yönetici sıfatındaki bazı kişilerin çıkış tünelinin ağzında bitip futbolcu tartakladığını da biliyoruz. En son Avusturya-Almanya maçını izleyenler görmüştür, iki takımın hocaları, Hickersberger ve Löw hakem tarafından tribünlere gönderilince protokol tribününe çıktılar. En ufak bir kamera açısından bile en az 10 tane boş koltuk saydım. Türkiye’de bir Dünya Kupası düzenlendiğini ve Türkiye’nin maçı olduğunu düşünün, o tribunlerde kimlerin çocuğu, yeğeni, doktoru, manavı, bakkalı oturur siz hesaplayın. Tek bir boş koltuk olur mu orada? Böyle bir hengame var bizim tribunlerimizde, ne zaman çözülür bilemiyorum.

Yazı: Flying Dutchman

Travma

Latif Demirci’nin Hürriyet’teki karikatürü onlarca makaleye bedeldi: Başbakan Erdoğan, The New York Times’a verdiği demeçle ortalığı karıştıran AKP yöneticisi Dengir Mir Mehmet Fırat’a, “Sayende yeni partinin ismini de bulduk!” diyor:
Adalet ve Travma Partisi.
“Konuştukça batıyorlar!” sözünü hayata geçirmek, kapatma davası öncesinde Anayasa Mahkemesi’ndeki hâkim düşünceyi güçlendirmek üzere AKP sözcüleri bakalım daha neler yumurtlayacaklar?!
Malum, yüzde 47 ile iktidara gelen bir parti, Tayyip Bey’in “Velev ki türban siyasi simge olsun” sözleriyle ateşlenen türbanla ilgili anayasa değişikliği nedeniyle kapatılmanın eşiğine geldi. AKP’nin kapsamlı bir anayasa değişikliğiyle “örtünmeyenler”in de özgürlüğünü savunacak sivil ve demokratik bir açılımı toplumun gündemine getirmesi beklenirken, parti yönetiminin bozulan kimyasının “lider kadro”ya hata üstüne hata yaptırdığı gözleniyor.
Son örnek, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, sonradan düzeltmeye çalışsa da cumhuriyet devrimlerini “travma” olarak yorumlayan demecidir. The New York Times’ın haber analizinde kendisiyle konuşan muhabirine devrimlerin toplumları “travmatize” eden etkisinden söz ederken, cumhuriyetin de bir gecede insanların dilini (alfabe) değiştirdiği, dini yaşamlarını altüst ettiğini savunmuş.
Elbette devrimler, sarsıcıdır. Fransız Devrimi, Sovyet Devrimi gibi çağı değiştirirler. Dipten gelen özgürlükçü yada sınıfsal dalgalar eski rejimleri söküp atar, toplumu dönüştürür.
Cumhuriyetin ilanı ve Atatürk devrimleriyle, Birinci Dünya Savaşı sonrası çöken bir imparatorluğun ardından “ulus devlet” inşa ederken, Osmanlı’nın “iflas” eden kurumlarını hilafet başta tasfiye etmiştir.
Mustafa Kemal ve arkadaşları hanedanın teslimiyetçi kadrolarının ve “mandacılar”ın önermelerinin aksine, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp “bağımsız” bir devlet kurmayı yeğlemişlerdir. Yeni devletin “laik” karakterine egemen duygunun, toplumu dinden uzaklaştırmak değil, Osmanlı’nın çöküş sürecini önleyeceği umulan İslamiyeti bir “siyasal sistem” olarak sürdürmenin anlamsızlığı olduğunu bugün daha iyi görebiliyoruz. Kaldı ki, Fırat’ın “travma” olarak nitelendirdiği toplumsal değişim Tanzimat’la başlayan Osmanlı-Türk modernizasyonu sürecinde (Batılılaşma) pek çok alanda yaşanmaya başlamıştı.
Asıl “travmatik” olan, 1908-1915 arasında peş peşe toprak kaybeden, 1918’de savaştan işgale uğrayarak çıkan Osmanlı’nın küllerinden, yoksul Anadolu insanının bağımsızlık özleminden doğan Türkiye’nin kuruluş felsefesini bugün bile içine sindiremeyen kadroların “cumhuriyet” takıntısıdır.
Sol düşünceyi güçlendirmeden, yeni bir sol seçenek inşa etmeden, “İslamcı ve darbeci” zihniyetlerin çarpıştığı bir Türkiye’de savrulup duracağız. Yazık!

Yazı: Derya Sazak

Emniyet Bizim Bilgimiz Dışında Dinleme Yapabilir


Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), kamuoyunda günlerdir tartışılan “telekulak” konusunda TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun kurduğu alt komisyona çarpıcı bilgiler verdi.

Kimsenin dinlendiğini fark edemeyeceğini dile getiren TİB temsilcileri, Emniyet’in bağımsız dinleme olanaklarının bulunduğunu açıkladı.
TİB uzmanları Ömer Boz ile Ömer Sayılır’ın komisyona verdikleri çarpıcı bilgiler şöyle:

YARGI GÜVENCESİ YOK: Adli ve istihbari olmak üzere iki türlü dinleme var. Adli olan yargı kararları doğrultusunda yapılandır. İstihbari dinlemeler ise bilgi ve belge edinmeye dönüktür. İstihbari dinlemede yargı güvencesinin olduğu söylenemez.

TELEFONLA DİNLERİZ: Teknik dinleme (mobil) bizimle ilgili değil. Ortam dinlemesi de bizim sorumluluğumuzda değil. MİT, Jandarma ve Emniyetin kendi inisiyatifinde olan bir dinlemedir. Telefon üzerinden yapılan dinleme Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın görev kapsamı içindedir. Biz Emniyet, Jandarma ve MİT’in telefon dinleme taleplerini karşılıyoruz.

BİZİ DEVRE DIŞI BIRAKABİLİRLER: İlgili kurumlar TİB’i devre dışı bırakarak bağımsız dinleme yapabilirler. Biz sadece erişimi sağlıyoruz. Dinlemeyi ilgili kurum yapar. Kim kimi nasıl dinliyor biz bilemeyiz.

FİRMAYA İLETİYORUZ: Dinlenilmek istenen numarayı ilgili kurum bize bildiriyor. Biz de GSM firmasına veriyoruz. Firma o numaraya ilişkin aramaları ve sinyallerin tümünü bize yönlendiriyor.

AYNI ANDA HERKESİ DİNLERİZ: Dinlenilmek isteyen kaç kişi varsa, hakkında dinleme kararı kimin varsa hepsini aynı anda dinleyebiliriz.

DİNLENDİKLERİ FARK EDEMEZLER: İnsanlar, hiç kimse dinlendiğini fark edemez. Telefondan seslerin gelmesi eskidendi. Şimdi fark edilmiyor.

MÜDAHALE OLMADAN DİNLEME VAR: Kapalı sabit veya cep telefonlarını bir müdahale ile dinlemek mümkündür. Ama yasal olmayan yoldur. Bizim dışımızda teknik olarak cep telefonuna müdahale dahi yapmadan dinleme yapılabilir. Kim yapabilir? Onu ilgili kurumlara sorun. Biz bilemeyiz.

MOBİL DİNLEME ALETLERİ GETİRİLDİ: Mobil dinleme için teknik araçlar ithal edildi. Ancak hangi kurumda kaç tane araç var bilemiyoruz.

EMNİYET BAĞIMSIZ DİNLEYEBİLİR: Emniyetin bizim dışımızda dinleme olanakları var. Gazetelerde dinleme deşifrelerinin nasıl yer aldığı konusunda bilgimiz yok.

Aaaa Adriana!

Darbe Söylentileri Vııızzzz Vızzzz

Hafta sonunda İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nden Taksim’e kadar “Darbeye Karşı 70 Milyon Adım Yürüyüşü” yapıldı. Yürüyüşte basın açıklamasını ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın sanatçı eşi Zeynep Tanbay okudu. Tanbay, “Bugün tüm darbe girişimlerine karşı ses çıkarma günüdür” dedi.
Dünkü Milliyet’te... Devrim Sevimay bu haftaki konuğu ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’a sordu:
“Darbe olacak söylentileri size ciddi görünüyor mu?”
Aldığı yanıt:
“Hayır, görünmüyor, ama lafının ediliyor olması dahi kötü.”
Hayli ilginç bir aile portresi! Eşlerden biri, darbeye hayır yürüyüşüne ön safta katılıyor. Ama eşlerden diğeri... Darbe olacağı söylentilerini ciddi görmediğini söylüyor... Darbe konusu hayli karmaşık...

Bazılarımıza göre de Türkiye’de bambaşka bir oyun oynanıyor... Sürmekte olan şeriatçı darbeyi askeri darbe şamatası ardına gizlemek gibi... AKP’nin şeriat çalışmasını demokrasi diye yutturup askerlerin tedirginliğini darbe teşebbüsü diye yorumlamak gibi... Oyun çok...

Taraf gazetesi, Genelkurmay’da hazırladığını iddia ettiği “Bilgi Destek Planı” adlı bir belgeyi yayımladı geçen hafta... Genelkurmay, ertesi gün yaptığı açıklamada komuta kademesinin böyle bir planı onaylamadığını bildirdi... İçerde birileri böyle bir taslak hazırlamışsa bile resmiyete dökülmemişti..
Planda: “... Üniversiteler, yargı organları başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi, bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması...” gibi ibarelere raslanıyor...
Pek de anlamlı ve gerçekçi olmayan kimi öneriler bunlar...
Belli ki yapılan iş genelinde acemi bir fikir cimnastiği...

Dikkatimizi en başta yer alan “vazife” maddesinde belirtilen planın amacı çekiyor... Aynen şöyle:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma çabalarını etkisiz kılmak ve halkla bütünleşmesini geliştirmek, cumhuriyetin temel değerlerine yapılan saldırılara karşı tedbir almaktır”
Açıkça görülen o ki... TSK esas olarak kendini savunma derdindedir... Kendi ülkesinde kendisine karşı yürütülen entelektüel ve medyatik yıpratmaya karşı halkı yanına alma çabasındadır... Cumhuriyete yönelik saldırılara karşı tedbir aramaktadır... Terörle başı zaten beladayken sivil odaklarca arkadan hançerlenmekten mustariptir. Burada daha çok bir çaresizlik hissediliyor...

Taraf gazetesi bu haberi “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme Planı” başlığıyla verdi...
AB, ABD, CIA, AKP ve onların satın aldığı tetikçi aydınlar ve gazeteciler halkın her gün beynini yıkıyor, toplumu kendi ulusal değerlerine, ulusal çıkarlarına, ordusuna, yargısına düşman edecek şekilde biçimlendiriyor... Tepki yok...
Askerlerin kendilerine yönelik düşmanlığı savuşturmak için yaptıkları bir plan taslağı üzerine yer yerinden oynuyor.. Garip değil mi!

Çapanoğlu Çıkacak

Başbakanlık bu paraları nereye harcıyor? 2005 yılında sadece 35 milyon YTL olan Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü harcaması 2006’da 250, 2007’de 290 milyon YTL’ye fırlıyor...
Güne bölerseniz, 800 milyar lira çıkıyor. 2006 ve 2007 yıllarında önceki yıla göre artış yaklaşık 8 kat...
CHP Milletvekili Ahmet Ersin durumu farkederek bir soru önergesi vermiş. Önergeye cevap veren Başbakanlık Müsteşarı Efgan Ala demiş ki:
“Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü 2007 bütçesi gider tertipleri... 2007 Yılı Kesin Hesap Kanununda detaylandırılacaktır.”
Konuyu Vatan gazetesi büyütüyor. Devreye Başbakan Erdoğan giriyor...
Batman’da toplu konut töreninde hırçınlaşarak diyor ki:
“Başbakanlık bütçesinde örtülü ödenek denilen bir kalem vardır. Bu örtülü ödenekten nerelere para harcanacağı yasayla belirlenmiştir. Bunun hesabını biz bu gazetenin patronlarına vermeye mecbur değiliz...”
Soruyu patron sormuyor... Muhalefet milletvekili Ahmet Ersin soruyor... Gazete de soruya aracılık ediyor. Bu kadar sinirlenecek ne var? Ayrıca öfkelenmek kuşkuları gidermiyor...
Ahmet Ersin dün diyor ki:
- Ya Başbakanlık Müsteşarı ülke güvenliği açısından son derece önemli bir kurum olan Örtülü Ödenek’in ne olduğunu bilmiyor! Ya da işin içinde Başbakan’ı paniğe ve telaşa sürükleyecek bir çapanoğlu var...
- Sizce hangisi?
- Aldığım çok ciddi duyumlara göre, Başbakanlık Örtülü Ödenek görüntüsü altında Anadolu’daki tarikat bağlantılı gazete, dergi ve radyolara kaynak aktarmaktadır... Telaşın sebebi, bunun ucunun görünmesidir...
Ersin çok iddialı konuşuyor... Başbakan’dan cevap bekliyor...

Egemenlik Ulusun mu?

Demokrasi, “halkın yönetimi” demektir. Yani, hâkimiyet milletindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) salonunda bu nedenle, “Egemenlik ulusundur” yazar. Ama, Türkiye’de hiçbir zaman egemenlik tamamen ulusun olamamıştır. TBMM’de bile. Zaten, dünyada da tam anlamıyla egemenliğin ulusta olduğu, bir “demokrasi” uygulaması da yoktur.

Yani, oy çoğunluğunu elde etmek, her istediğini yapmak anlamında değildir. Öte yandan, seçimler 4-5 yılda bir yapılabildiği için, milletin oyu da zaman içinde yön değiştirmiş olabilir. Bu nedenlerle de, milletin oyu yeterli görülmemiş, anayasalar yapılmış, kuvvetler ayrılığı sistemi getirilmiştir.
Kısacası, demokrasilerde anayasa, oy alanın her istediğini yapmaması amacıyla yazılmıştır. Sonuçta, anayasaların değiştirilemeyecek maddelerinin bulunması, yasaların anayasaya aykırılığının denetlenmesi, anayasa değişikliklerinin anayasanın değiştirilemez hükümlerine aykırı olamaması gibi uygulamalar, tamamen, “oy alanın her istediğini yapamaması, sistemle oynayamaması” amacı taşımaktadır.
Zaten, alınan oy kadar TBMM’de sandalye sahibi olunması yerine, seçim sistemi sayesinde, bir partinin aldığı oy miktarının çok üzerinde sandalye sahibi olabilmesine olanak tanınması da, “sandalye sahibi olmakla, her istediğini yapamamak” nedeniyle, sağlanmış bir ayrıcalıktır.

Diğer demokratik sayılan ülkelerde de olduğu gibi, Türkiye’de de tam bir demokrasi yoktur. Bu nedenle, bir uygulamanın “demokratik olmadığını” veya “demokratik kurallara sığmadığını” savunmak, abesle iştigaldir. Asıl olan, Anayasa’ya uygun olup olmamaktır.
Aslında, demokratik sayılan her ülke, gittikçe daha fazla demokratik uygulamalar yaratmak suretiyle, “demokrasi” uygulamasına yaklaşmaya çalışmaktadır. Bir ülkede, müsamaha ve hoşgörünün artması, demokrasinin gittikçe daha fazla yerleştiğinin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.
Türkiye’de tam bir demokrasi uygulaması yoktur. Çünkü:

a) Millet, kendisini temsil edecekleri seçemez.

Milletin seçeneği, parti sayısıyla kısıtlıdır.
Partilerin adayları, seçilmiş değil atanmıştır.
Yalnız adayların seçimi değil, bu adayların listelerde sıralanması da, parti genel başkanları tarafından yapılmaktadır.
Oylar, birçok durumda, partilere veya adaylara göre değil, şeyhlerin, ağaların, liderlerin görüş ve emirlerine göre verilmektedir.
Milletvekili seçimine yetecek sayı, illere göre, çok farklıdır.
Oy verenler, çoğu zaman, oy verdiği kişiyi tanımamaktadır.

b) Milletin seçtikleri kişiler (milletvekilleri), millet adına özgür iradelerini kullanamazlar.

TBMM’de neye oy verdiklerini bile bilmeden, grup başkanvekilinin işaretiyle el kaldırmışlardır.
Üzerlerinde, genel başkanın ve parti grubunun büyük baskısı vardır.
Zaten, bir çok durumda, “grup kararı” alınmakta, alınmasa bile, sürüden ayrılma istidadında olanlar, partiden dışlanmaktadır.
“Trenden inen bir daha binemez” veya “Davadan dönenin, hesabını görün” gibi ciddi tehditler, ortada dolaşmaktadır.
İşte bu nedenlerle, ne demokrasi vardır ne de alınan kararların demokratik olup olmayacağının tartışması yapılabilir. Hatta, hangi rejimin daha demokratik olduğu bile tartışmalıdır.

Türkiye’de, millet, kendisini temsil edecekleri seçemiyor. Partilerin adayları, seçilmiş değil atanmış. Adayların sıralanması da parti genel başkanları tarafından yapılmakta. Oylar, şeyhlerin, ağaların, liderlerin görüş ve emirlerine göre veriliyor. Milletvekili seçecek oy sayısı her ilde çok farklı. Oy verenler, oy verdiği kişiyi tanımıyor bile.
Milletin seçtikleri kişiler (milletvekilleri), millet adına özgür iradelerini kullanamıyorlar. TBMM’de neye oy verdiklerini bile bilmeden, el kaldırıyorlar. Üzerlerinde, genel başkanın ve parti grubunun büyük baskısı vardır. Zaten, bir çok durumda, “grup kararı” alınıyor. Trenden inen bir daha binemiyor veya davadan dönenin hesabı görülüyor.
Bu “kısır döngü”den çıkılabilmesi ve “demokrasi”den bahsedilebilir hale gelinebilmesi için:
Siyasi Partiler Kanunu’nun bu amaca uygun biçimde değiştirilmesi,
TBMM İç Tüzüğü’nün amaç doğrultusunda değiştirilmesi,
“Lider sultası”nın yumuşatılması,
Milletvekili aday belirleme sisteminin değiştirilmesi,
Seçim sürecinin bir yıla kadar uzatılmasıyla, halkın adayları daha iyi tanımasının sağlanması,
“Partiden çok, adaya oy verilmesi” olanağının yaratılması,
Milletvekillerinin çalışmaları ve yaptıkları işler konusunda yıllık rapor hazırlamaları gerekiyor.
Buna ilaveten, TBMM Başkanı’nın teklif ettiği, “Senato Sistemi”ni yeniden tartışmaya açmalıyız. Böylece, daha elit ve donanımlı kişiler tarafından yönetilme olanağı da bulacağız. Senato, yasaları geciktirdiği gerekçesiyle kaldırılmıştı. Ayrıca, “tabii senatör” uygulaması vardı. Bunlara tabii ki çare bulunabilir.
Kısacası,
Milletvekili sayısına sahip olmakla her şeyi yapabileceğini düşünen,
Oy sayısı hesaplayarak cumhuriyeti bile yıkabileceğini zanneden,
Demokrasi ile sandalye sayısını karıştıran,
Sandalye sayısının, kuvvetler ayrılığı sisteminden güçlü olduğunu savunan,
“Odunu aday koysa seçtirebileceğini” varsayan,
Milletvekilinde körü körüne itaatten başka bir özellik aramayan, bu amaçla da TBMM’ye kifayetsiz adamları dolduran, Kafalardan kurtulmalıyız. Bu kafalardan kurtulmak için de, önce “kifayetsiz ama muhteris” liderlerden kurtulmalıyız. İşte o zaman, ülkemizde demokrasiden bahsetmeye başlayabiliriz.

Futbol, Fado, Fiesta


Salazar diktatörlüğü Portekiz’i otuz yıl “futbol, fado, fiesta” sloganıyla yönetmişti. Futbol, müzik ve eğlenceye dayalı “3 F” formülü halkı gündelik dertlerinden, demokrasi ve özgürlük taleplerinden uzaklaştırmış, iş, aş gibi sorunlar öncelikli olmaktan çıkmıştı.
Türkiye de 3 haftadır, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası maçları nedeniyle “Salazar’ın Portekiz”i gibi yönetiliyor.
25 Haziran’daki Almanya maçına kadar rahatız!
Ekonomik durgunluk, artan petrol fiyatları, elektriğe zam, Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davası, ordunun yargı üzerinden geliştirdiği “eylem planları”, Derviş’in ısınma hareketleri, Rice’ın AKP’ye destek mesajları, Başbuğ-Paksüt haberiyle eşzamanlı müstakbel Genelkurmay Başkanı’nın “Ağlama Duvarı” fotoğrafları, Haşim Kılıç’ın İBDA-C bağlantısını kurcalayan yayınlar. Böylesine “sıcak” bir gündemi ancak futbol soğutabilirdi.
Futbol sayesinde “bunaltıcı” olayların etkisinden çıktık.
Siyasette olduğu gibi, sporda da Avrupalı dostlarımızın kafasını karıştırdık!
Örneğin, haftalardır “Seçimle iktidara gelmiş bir parti şiddet içermeyen faaliyetleri nedeniyle, türban konusunda anayasa değişikliğine gitti diye nasıl kapatılır?” sorusuna yanıt arayan ve bir “sistem” olarak demokrasinin, Venedik kriterlerinin buna olanak tanımadığını anlatmaya çalışan AB çevreleri, şimdi de Türkiye’nin futboldaki “sistemsizliği”ni çözümlemekle meşgul:
Terim takımı hangi taktikle oynatıyor?
Küresel ısınma çağında ‘buz hokeyi’nden çıkarılacak futbol dersleri var mıdır?
Su içmeyi öğretmek için Amerika’dan hoca getirmek israf değil midir?
4 maçta sadece 9 dakika önde oynayarak “yarı final”e çıkmak mümkünse “havuz problemi” formatıyla, “geriye düşme” süresi ile bitiş düdüğü çalmadan atacağımız gol sayısını Almanlar ile eşit tutarak son penaltıda işi bitirmek “mucize” sayılacak mıdır?
Şans faktörü, Erman Toroğlu’nun işaret ettiği gibi “Fatih Terim, kazayla Boğaz Köprüsü’nden düşse, Beylerbeyi’nden yürüyerek çıkacak” kadar bizden yana mıdır?
Finali Türkiye-Rusya oynarsa, AB üyesi olmayan iki ülkeden birinin oynaması “Euro 2008”i gölgeler mi?
Hırvatistan maçında Semih’in golüyle havalara sıçrayan Tayyip Bey’in yakınındaki başörtülü, pardösülü hanımın bakan ve bürokratlarla sarmaş dolaş olması kamusal alanda laikliğin ihlali midir?
“Modern mahrem” bu mudur?
Çarşamba gecesine dek, Almanya maçıyla yatıp kalkacağız.
Milli Takım kupayı getirirse, “imparator” Terim, diktatörlüğü ilan eder.
Salazar’ın Portekiz’i gibi, Türkiye’yi “futbol, fado, fiesta” sloganına uygun yönetmek de Tayyip Erdoğan’a kalır.
Ağustos şûrası ve AKP davası sonuçlanıncaya dek “futbol geyikleri” ile oyalanmaya devam.
Çin’deki olimpiyatları da unutmayalım!

Yazı: Derya Sazak

Work It Out!


London, work it out
New York, work it out
Madrid, work it out
LA, work it out
San Franciso, work it out
Detroit, work it out
Chicago, work it out,
Work it out...
London, work it out
Athens, work it out
Ibiza, work it out
LA, work it out
San Francisco, work it out
Barcelona, work it out
Madrid, work it out,
Work it out!!!
If you believe in me,
And I believe in you,
We could work it out!
No matter what we feel,
if our love is real;
we could work it out!!

Ciddi İddialar..


Bugünlerde medyamızda "nedense" büyük yer kaplamasa da çok önemli bir iddia ve polemik Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın etrafında dolanıyor. Burada konu olan, Kılıç’ın çok eskilerde, 1970’li yıllarda, çok sonradan İBDA-C terör örgütü davasında örgütün lideri olarak ömür boyu hapse mahkum olan radikal İslamcı Salih Mirzabeyoğlu ile yakın ilişkiler içinde olduğu iddiası.

Bu iddia, ilk kez, Mirzabeyoğlu’na sempatisini saklamayan Baran dergisinin 1 Mayıs 2008 tarihli nüshasında ortaya atıldı. Dergiye “Salih Mirzabeyoğlu niçin içeride? AKP niçin iktidar?” başlıklı bir yazı kaleme alan Avukat Ahmet Arslan, “12 Eylül öncesinde Mirzabeyoğlu’nun başında bulunduğu hareketin yayın organı olan Gölge dergisinin Ankara Sorumlusu, şimdi Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Haşim Kılıç’tı” diye yazdı.
Baran dergisinin bu iddiası daha sonra Aydınlık dergisi tarafından tekrarlandı. Aynı iddia, daha sonra 32. Gün programında gündeme gelince, Kılıç bu haber programına bir açıklama göndererek, söz konusu iddianın gerçek dışı olduğunu bildirdi. Kılıç, kendisinin 1975-76 yıllarında Sayıştay’da memur olduğunu, bu nedenle bu derginin temsilciliğinin yapmasının mümkün olamayacağını söyledi.

Aydınlık, bu tekzibe bir sonraki sayısında, Gölge dergisinin eski bir sayısının künyesi olduğunu ileri sürdüğü bir belgeyi yayımlayarak karşılık verdi. Bu belgede, derginin Ankara Temsilcisi olarak Haşim Kılıç’ın adı geçiyor. Daha ilginci, Salih Mirzabeyoğlu’nun o tarihlerde yayımladığı “Tilki Günlüğü” adlı kitabında da iki ayrı yerde Sayıştay denetçisi Haşim Kılıç’tan söz ediyor olması. Aydınlık, kitabın kapağını ve ilgili sayfalarının fotokopilerini de yayımladı.
Bu konudaki tartışmaya son olarak Baran dergisinin son sayısında bir yazısı çıkan Mirzabeyoğlu’nun avukatı Harun Yüksel de katıldı. Yüksel, ilginçtir ki Gölge dergisinin künyesinde adı “Ankara Temsilcisi Haşim Kılıç”ın altında “Eskişehir Temsilcisi” olarak geçen kişi. Yüksel yazısında, kendisinin derginin Eskişehir temsilcisi olduğunu teyit etti.

Yazı, “Haşim Kılıç neyi/neden inkâr etmeye çalışıyor?” başlığını taşıyor. Yüksel, bu yazıda “Gölge’nin 27 yurtiçi temsilcisinden bugün iki kişiyi çok iyi hatırlıyorum. Ankara Temlsilcisi Haşim Kılıç, diğeri Amasya Teksilcisi Yahya Düzenli...” Yüksel, “Üstelik bunu yalnızca ben bilmiyorum, yüzlerce kişi de biliyor” diye yazdı; ayrıca Mirzabeyoğlu ile Kılıç’ın tanışıklıklarının 1970’li yılların başında Eskişehir’deki öğrencilik günlerine kadar gittiğini anlattı.
Tanıştıkları yıllarda Mirzabeyoğlu Necip Fazıl’a yakın bir isim olarak Büyük Doğu düşüncesinin önde gelen şahsiyetlerindendi ve henüz İBDA-C örgütlenmesine girişmemişti.
Sorun, zaten Kılıç’ın geçmişte Mirzabeyoğlu’nu tanıyor olmasından değil, bu konudaki açıklama ve haberlerdeki çelişkilerin bir türlü giderilememesinden kaynaklanıyor.

Yazık Garibanlara..


Çalışma Bakanı Faruk Çelik, TBMM Genel Kurul Salonu’ndaki turuncu renkli ceylan derisi koltuklar ile beyaz mermer ve ışıklandırmanın milletvekillerini rahatsız edip yorduğunu söyledi. Koltukların ve ışıklandırmanın değiştirilmesini isteyen Çelik, “Çalışma ortamı sağlıksız, arkadaşlar uzun süre içeride oturamıyorlar. Çok şikâyet var” dedi.
Çelik, TBMM Genel Kurulu Salonu’nda çıkan gerginlikler ve AKP’nin karar yeter sayısına ulaşmakta zorlanmasının nedenini buldu. Turuncu koltuklar için “pembe” ifadesini kullanan Çelik, Genel Kurul Salonu’nun fiziki dizayn, renkler açısından çalışma şartlarına uygun olmadığını belirtti. Çelik, şunları söyledi:

“Milletvekilleri yoğun çalıştığı için çalışma ortamının bu yoğun ve uzun süreye uygun dizaynı önemli. Meclis’in iç dizaynına bakıldığında renkler çok rahatsız edici ve yorucu. Uzun süreli Meclis’in içinde oturmakta arkadaşlar zorlanıyorlar. Kürsüye yakın oturanlar karşıdaki beyaz mermerden ve ışıklardan geride oturanlar renk cümbüşünden rahatsızlık duyuyorlar.
Pembe parlak koltuklar, parlayan beyaz mermer ve aşırı ışıklandırma var. Gerçekten içeride uzun süre durulmuyor. Aslında eski Meclis’i hatırlıyoruz. Orada ahşap mobilya ağırlıklı idi. TBMM’nin gözü yormayan dikkat dağıtmayan bir yapısı vardı. Sonra malum proje çerçevesinde böyle bir yapı yapmışlar. Arkadaşlarda sürekli göz ve beyin yorgunluğuna ilişkin şikâyetler var. Kendimizi gündeme adapte edememe, uzun süre bağlantı kuramama sorunu var.”

Çelik, TBMM’deki çalışma saatlerinin de sağlıksız olduğunu belirtti. Milletvekillerini, ağır ve tehlikeli işlerde çalışan işçilerle kıyaslayan Çelik, şunları söyledi:
“Ağır ve tehlikeli işlerde çalışma süresi 7.5 saat. Uzun süre çalışan işçi daha fazla mesai ile çocuklara daha fazla imkan sağlamak ailesini mutlu etmek için çalışıyor. Milletvekili de 70 milyonu mutlu etmek yüzünü güldürmek için çalışır. Milletvekilleri millete karşı sorumlu oldukları için ağır ve tehlike arzetmeyince uzun süre çalışmalarında mahzur yok. Ama şartları iyileştirilmeli.”

Çelik, milletvekillerinin maaşlarıyla ilgili düzenleme konusundaysa, “Milletvekilinin maaşını denildiğinde konuşmamak en iyisi çünkü orada ciddi sorun var” dedi.
***
Yok artık bunlar iyice işi dalgaya vurdular bence insan yorum bile yapamıyor, milletten ses çıkmadıkça abartıya bile girdiler bana kalırsa. Çözüm olarak Tuzla tersanelerinde rahat batan işçilerle yerlerini değiştirmelerini tavsiye ederim..

Gocunmayın Yahu?!


Batman’da ‘Biji Tayyip’ sansürü: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Batman’da yaptığı konuşma sırasında, AKP Kozluk ilçe yönetiminin açtığı “Biji (yaşasın) Tayyip” ve “Serok (başkan) Tayyip” yazılı pankartlar, Başbakanlık korumalarınca engellendi. Koruma polisleri pankartları toplatırken, taşıyanların isimleri de aldı.
***
Nedir bu sertlik, nedir bu agresiflik? Hani yaptığınız özgürlük açılımlarıyla Doğuda bu kadar oy kazanmıştınız ya? Yoksa "biji" ve "serok" kelimeleri bu ülkeye sizin kadar zarar veren başka birisi için de kullanıldığı için gocundunuz mu? :)

Sarah Brandner

Var mı Bizden Zengini?

Milli Takım'ın aldığı primi diğer takımlarla karşılaştırmak açısından iki rakam: Çeyrek finale çıktığımızda ya da Hirvatistan'ı geçtiğimizde adam başı 300 bin YTL verildiği söylendi. Güle güle harcasınlar; milli takımın sponsorlarından, UEFA'dan akıyor bu para. Almanlar kupayı alırsa adam başı 250 bin euro alacaklar; kaybederlerse ise 150 bin. İspanyollarda rakam turnuva öncesinde açıklanmıştı: 214 bin euro. Ne çıkar bu karşılaştırmadan? İki ülkenin oyuncularının yıllık kazançları/prim oranı bir kenara; İspanya ve Almanya'nın sponsor gelirlerinin bizden kat kat fazla olduğunu düşünürsek; Hasan Doğan ve yönetiminin eli çok açıkmış. Adamlar kupayı alırsa bu parayı alacaklar; biz kupayı alsaydık demek ki Boğaz'da birer yalı verecektik..

Aynı şey transferler için de geçerli: Adebayor 1.750'ye oynarken; Fenerbahçe'de yedek kaleci Serdar, "bana 1.7 verin yoksa giderim"-ki gitti- diyor. Aragones ve Guiza bugün Fenerbahçe'ye gelirlerse şu anda aldıkları ücretin 4 ve 5 kat fazlasını alacaklar (bu parayı La Liga'da Real Madrid ve Barca dışında hiçbir kulüp ödeyemez). Bordeaux geçen sene Fransa Liginin Benzema'dan sonra en iyi golcüsü Gouffran için 6 milyon ödüyor, Trabzonspor bizim Gökhan Ünal için de aynı parayı veriyor.

Mahallenin Delikanlısı Gattuso!




Seviyoruz seni be Gattuso, ah bide şöyle altına çelik jantlı Doğan SLX çekseler :)

Huysuz İhtiyar ve Sarı Takıntısı


İspanya-Rusya yarı finalinde forma seçiminde son kararı UEFA verdi. Rusya kırmızı, İspanya sarı giydi. Sarı forma İspanya'nın 2. forması. Bunu dert eden ise teknik direktör Luis Aragones. Adam sarı renkten nefret ediyormuş, öğrendik. Almanya'da hoş geldin diye sarı çiçekler uzatmışlar, yüzünü asmış, bir zamanlar milli takıma kampına Raul sarı tişörtle gelmiş, çıkar onu diye bağırmış. Hoş bunun sarıyla alakası yok adam zaten Raul'a kıl. Bu demektir ki bu sezon Fenerbahçe sahaya düz lacivert ya da düz beyaz formalarla çıkacak ya da Aragones imza attığı kulübün renklerinden habersiz...

kaynak: aceto balsamico

Ültimatom


"Van Basten has a two year contract with Ajax but I know that after he wants to come to coach in Italy. “Will it be at Milan? We will see. But for sure he will want to arrive in Italy with a clean slate, and he cannot do this by losing to the Romanians on purpose."

Cesare Maldini

Ayırt Ediyorum


Maçın 88. dakikası içindeydik. Evimizdeydik. Oynadığı son 11 resmi maçta sadece 4 gol yiyen rakibimize karşı bir maçta 4. golü atmayı başarmıştık. Rakip artık dağılmıştı. 3 gündür süren baskı organizasyonu sahadaki presle birleşince durum onlar için içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
En azından 5 dakikalık bir uzatmayla birlikte, bir gol için fazlasıyla vakit vardı. Bir gol her şeyi değiştirecekti. Gol bulmak mümkün, hatta kolaydı.Ama...

88. dakikada attığı golle hat-trick yapan Tuncay bize her şeyin bittiğini söyledi. Tarihin en garip sevincine imza atarak... Bu ülkenin belki de en yılmaz, en kaderini kabul etmez, en isyankâr, en karakterli(lerinden biri) oyuncusu, bir maçta Avrupa’nın en az gol yiyen takımına 3 gol atan yıldız, ‘Kahretsin’ diye bağırarak sağ kolunu şöyle bir salladı. Ve attı havluyu! Maç o an bitmişti. Tuncay bize takımın içinde bulunduğu ruh halini anlatıyordu.

Daha 5 dakika vardı neresinden baksanız ve bu iş olmayacaktı. Olmadı da! Olan sadece maçın sonundaki korkunç rezalet oldu. Hâlâ utancını yaşadığımız o hezimet, o perişanlık...
İşte beni, belki de hepimizi en çok şaşırtan, bu olaydan, yani İsviçre maçından 3 yıl sonra böylesine bir karakter değişimine uğramış olmamız. Galipken kaybetmiş ruh halinden belki de tarihin en inanılmaz geri dönenine dönüşmemiz.
Peki ne değişmiş olabilir?

Terim’e yapılan ‘herkesi ileri yolladı, inancını kaybetmedi’ şişirmelerini geçiniz. Teknik direktörümüz hep aynı. Sadece ismi değil. O günkünden belki de daha sinirli ve kontrolsüz duruyor kulübede.

Oyuncularını her hatada nasıl acayip bir şekilde haşladığını görüyor olmalısınız. Terim çocuğumun okul takımdaki antrenörü olsa, hemen, hiç düşünmeden alırım çocuğu takımdan. Hatta okuldan. Çünkü almazsam gün gelir ya psikolojisi bozulmuş olarak kendisi bırakır ya da bir Emre Belözoğlu’na dönüşür. Hani ayaklarından çok kolları ve dili çalışan 3 senedir neredeyse hiçbir şey oynamayan bir büyük yetenek. Onun günahı mı bu? Hayır! 18 yaşındayken UEFA yarı finalinde milyarların gözü önünde bir çocuğu döverseniz, o da 25 yaşında sizin için hareket çeker tabii. Hem de bir kez değil. İki, üç kez...

Bu kendinden geçme hali bilinç dışı olsa, hadi yine neyse diyeceğim. Ama çoğu kez değil. Çünkü siz TV’den o kendine has mimikleri, hareketleri izlerken çoğu zaman ona bakan bir tek oyuncu bile olmadığını görmüyorsunuz. Yani aslında bu jest ve mimikler oyunculara değil, delice bir hırsa tapanlara yapılıyor çoğunlukla.
Sonra da intikam. Neden anneleri arıyor muşuz?‘Anne ne anlar futboldan? Utanmıyor musunuz?’ böyle diyor Terim. Ben olsam bunu söylediğim için utanırdım.
Neden anlamasın? Anlamadığını nereden biliyoruz? Yaptığımız işi beyin cerrahlığıyla karıştırmamak lazım. Futboldan anlayan anne bol, emin olun. Anlamak da kolaydır. Misal; Mia Hamm’in ikizleri olunca dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kadın futbolcusu unvanı elinden mi alındı? Anlamaz mı artık futboldan? Merak ediyorum Terim’in çevresindeki anneler ne düşünüyor bu açıklama hakkında? Nasıl bir üstü örtülü ayrımcılık bu?

Ya da aslında belki de daha önemlisi: Anneler reklamda oynarken, hem de tam da bu konulu bir reklamda oynarken oluyor da, gazeteci onları arayıp sorunca neden olmuyor? Söylesenize!
Asıl siz ayrımcılık yapmaya utanmıyor musunuz?
Hiçbir değişiklik yok Terim’de. Yanında benim bu ülkede en çok güvendiğim gazetecilerden bazıları hatta ustam da olmasına rağmen olup biten bu! Hiçbir şey değişmiyor. L’equipe’teki makalenin başlığı gibi ‘Terrible Terim’. Saha kenarında planlanmış, ama kontrol dışı bir kibir, öfke gösterisi. Basın toplantısında hesaplaşma, düello çağrıları... Kime olduğu belli değil. Ahmet Çakar’a, Erman Toroğlu’na mı? Neden? Halbuki Terim de, Erman ve Ahmet hocalar medyada neyse teknik direktörlük dünyasında o. Aynı tarz, aynı sivrilik. Aynı kendinden başkasını kabul etmezlik. Aynı ego, aynı aynı...

Ancak neyseki farklı olanlar var Milli Takım’da. Kendini geliştirenler ve ders alanlar. Bu takımı ayağa kaldıranlara, soğukkanlılıklarını koruyanlara bakın, onların değerini bilin.
Tek yumurta ikizi kadro dışı kalmış Hamit’e misal. Hamit, Raşit Çetiner döneminde İsrail Ümit Milli maçının bitimine (29 Ocak 2003) bir dakika kala oyuna alınarak, Almanlar’dan kapılmıştı. Aslında daha iyi görünen, daha parlak bir kariyer vaat eden Halil’di. Belki o olmasa biz Hamit’i alamayacaktık ve çarşamba günü karşımıza Alman Milli Takımı formasıyla çıkacaktı. Bu adam, İsviçre maçında rakip kovalayan değil, kavgayı ayırmaya çalışanlardandı. İşte bu psikolojideki bir genç adam ve onun gibi arkadaşları, cumartesi akşamı diğerlerini, aslında Fatih Terim’i de yerden kaldıranlardı.

Sonra penaltı noktasına hiç kaçmadan, muhteşem bir güvenle, sırtlarını çevirmeden gidenler de onlardı.Şampiyonanın en kötü oyunlarını üst üste oynamasına rağmen bu takım bu mucizeleri üst üste yaratıyorsa işte bu adamların sayesindendir. Her ne kadar şovu yapanlar onlar olmasa da benim şampiyonlarım onlar. Çarşamba elenseler de, finale çıksalar da onlar her türlü takdirin üzerinde olacaklar.

Ben ayırt ediyorum.
Saha kenarında garip şovlar, korkunç kavgalar yapan Terim’in sergilediklerini, temsil ettiklerini değil, İlhan’ın golünden sonra küçük bir çocuk gibi zıplayarak sahaya koşan Şenol Güneş’in anlattıklarını seviyorum. Varsın vizyonu, misyonu olsun ve karizması olmasın.
Ve ona yaptığım bir haksızlık varsa bir kez daha özür diliyorum.

Terim basın mensubu, şovmen ayırt etmiyor, ama ben ediyorum. Ben Emre ve benzerlerini değil, Hamit gibileri seviyorum ve bu takımı bunun için seviyorum.
Ve inanın Güneş’i çok özlüyorum.

Yazı: Mehmet Demirkol