13 Haziran 2008 Cuma

12 Haziran 2008 Perşembe

AKP Artık Kapatılmayabilir


Bence Anayasa Mahkemesi aynı anda hem çok zayıftı, hem çok güçlü. Yani Anayasa’nın 148. maddesinde Mahkeme’nin yetki alanı yasaları sadece “şeklen” incelemekle sınırlandırıldığı için zayıf; ama parti kapatabildiği için, ordu gibi Türkiye’deki tüm kamu idareleri kadar güçlü. Mahkeme bu iki dünyaya da aynı anda dâhildi. Oysa evet, bir Yüksek Mahkeme anayasal denetim sürecinin kuvvetli bir parçası olmalı, ama asla parti kapatmayı amaçlayan postmodern darbenin ortağı olmamalı.
***
Çünkü check-balans, yani dengeler sisteminde herkes biraz diğerinin kuvvetine karışır. Yani aslında Yüksek Mahkeme’nin de biraz yasama yetkisi vardır. Mahkeme yasamanın partneridir. Bunun neden gerekli olduğunu şöyle izah edeyim: Milli Güvenlik Kurulu ne için vardır? Devletin temel niteliklerini korumak için. Oysa bu işlevi Anayasa Mahkemesi görse MGK’nın bu kadar güçlü olmasına gerek kalır mı? Ordunun gardiyanlık yapmasına ihtiyaç olur mu?
***
Elbette bir Mahkeme kendi başına politik güç kullanamaz. Ama yasama da anayasada önemli değişiklikler yaparken daha büyük sosyal ve politik konsensüs sağlaması gerektiğini unutmamalı. Eğer unutursa Anayasa Mahkemesi bunu kendisine hatırlatacak. Burada anahtar kelime konsensüs. O sağlandıktan sonra yasama Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini bile değiştirebilir.
***
Konsensüs demek sadece Meclis çoğunluğu demek değildir, toplumun farklı taraflarının konsensüsü gerekir. Bu açıdan türban konusunda MHP ve AKP’nin konsensüsü nitelikli bir konsensüs değil, onlar zaten benzer şeyi düşünüyorlardı. Burada laik kesimin endişeleri önemli. CHP uzlaşmaya olumlu yaklaşmasa da yapılacak başka şey vardır. Konsensüs illa partilerle sağlanmaz, toplumun içindeki karşı görüşteki kurumlarla uzlaşmak da yeterli olabilir. 1995, 2001, 2002, 2003, 2004 tadillerinizde bir uzlaşma vardı. Ama AKP 2007’den bu yana uzlaşma yolunu görmezden geldi. Bu bence kötü bir fikirdi. Çünkü Türkiye’nin demokratikleşme yolu ancak konsensüsle sağlanır. Unutmayın ki bu Mahkeme, AKP’nin geçen yılki referandum yasasını kabul ederken bir ihtarda bulunmuştu. Kabul oy oranı 6’ya 5’ti. O 5 rakamı, “Tadiller sınırsız değildir” sinyalini veriyordu, ama AKP bunu görmezden geldi.
***
Şöyle bir varsayım yapalım; parlamentonun yüzde 80’i “Artık Türkiye’nin başkenti İzmir’dir” desin ve hatta diyelim Abdullah Gül’ün “sultan” olmasına karar versinler. Sizce bunları yapmak için kaç oya ihtiyaç vardır? Meclis’in 5’te 3’ü yeter mi? Eğer referandum yaparsanız acaba 3’te 2’si de kâfi gelir mi? Hele bir de Gül bu yasaları imzalarsa, bu iş olur mu? Ama işte hayır, bu tip yasa tadillerinin geçebilmesi için sizin yüzde 47 almanız yetmez. Sizin oyların yüzde 100+1’ine ihtiyacınız vardır. Peki yüzde 100+1’e sahipler mi? Değiller. O zaman Ankara Türkiye’nin başkenti olarak kalır ve bir sultan olmaz. Ne oldu? Anayasa’nın 148. maddesindeki şeklen inceleme hakkı, kendiliğinden esastan inceleme hakkına dönüştü.
***
Mahkeme 10. ve 42. madde tadillerini iptal ederek bence iki şeyden birini yaptı; ya AKP’yi kapatma kararı almak için kendine bir basamak oluşturdu. Ki bu her şeyi kaybetmek anlamına gelir. Ya da tam tersine AKP’yi kapatmama düşüncesiyle sistemdeki rolünü yeniden belirledi. Yani dedi ki, “Bundan sonra zayıf, ama post modern bir partner olmayacağım. Daha güçlü, ama parti kapatma yetkisini sadece terör suçları için kullanan bir ortak olacağım. Konsensüs dışına çıktığı her an yasamayı uyaracağım. Şimdi ey AKP, sen de bu ihtarı lütfen dikkate al ve yoluna böyle devam et.” Mahkeme bunu demenin önünü açmış olabilir. Ben tabii ki Mahkeme’deki tek bir hakimin bile adını bilmem, ama mantık olarak yaptıklarından bunu çıkarıyorum. Teknik olarak yanlış bir kararla da olsa yetki alanlarını tamamen demokrasi adına genişletmiş olabilirler. Mahkeme, semi otoriter-semi demokratik olmak yerine, eğer şimdi diyorsa ki, “Ben artık otoriter tarafımı bir yana bırakıyorum, anayasal tarafımı öne çıkarıyorum”, bu tüm sisteme oksijen verir ve Türk demokrasisini yukarı çıkarır. O zaman bu türban kararı dahi anlaşılabilir. Mahkeme’nin önemli bir partner olduğunu herkes kabul eder. Tek şart, Mahkeme’nin AKP’yi kapatmaması!

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Andrew ARATO

Gol Sevincini Göstermemek


Dün İsviçre’nin golünü Hakan attı, bir Türk evladı Hakan. Galatasaray’da da kısa süren bir macerası oldu. Hakan, Fenerbahçe’de 1,5 sezon oynayan Murat Yakın’ın kardeşi. Ailece futbolcu, milli ama İsviçreli milli. İsviçre’deki Eren ve Gökhan da Türk asıllı oyuncular. Hakan golü attıktan önce bir ‘dur’ işareti çekti, sonra üstüne atlayan takım arkadaşı vatandaşlarından, kibar bir jestle sıyrılıp, gol sevincini sakladı. Zira tribünlerin yarısı, kendisiyle aynı genleri taşıyan, damarlarında aynı kan dolaşan ve bu gol nedeniyle üzülen Türkler’di. Tartışılır ayrı konu. Örneğin Brezilya ile oynanan önemli bir maçta Marco önemli bir gol atar ve sevinmezse biz neler deriz?

Fotoğraf mı, Tablo mu?






Ve Volkan Ve Aurelio Ve Semih




Türkiye 2-1 İsviçre

Vay Özgürlükçüler Vaay

Bir önceki postta Humeynisever ablamızın bir lafı vardı; "Sizin inancınız ne olduğu beni ilgilendirmiyor. Benim ilgi alanım değil. Kişi istediği dine sahip olur ya da olmaz yada dinsizdir. Bu benim sizi ikinci sınıf vatandaş olarak göreceğim anlamına gelmez" şeklinde. Buyurun o zaman size Humeyni aşkının açıklandığı gün haberlere konu olan bu özgürlükçü kesimin yeraldığı bir olayı da aktaralım:

TRABZON’un Çaykara İlçesi'nde Ataköy Sağlık Meslek Lisesi öğretmeni Bekir Himmetoğlu, türbanlı öğrencilerin okula girmesine izin vermediği için dövüldüğünü ileri sürerek savcılığa başvurdu. Himmetoğlu, derslerde türban takan kız öğrencileri uyardığı için okul yönetimi tarafından tehdit edildiğini de iddia etti.

4 ay önce Balıkesir’den Çaykara'ya atanarakc göreve başlayan branş öğretemeni Bekir Himmetoğlu (44), dün saat 21.00 sıralarında oturduğu Ataköy Belediyesi lojmanının kapısının çalındığını belirterek, “Aşağıdan birisi, ‘Hocam ben Murat Yazıcı. Aşağıda kavga var. Gelin’ diye seslendi. Ben de öğrencilerimden birinin kavgaya karıştığı düşünerek lojmanın giriş kapısı önüne indim. İki kişi, “Sen ne karışıyorsun öğrencilerin baş örtüsüne’ diye bana saldırıp vurdu. ‘Bir daha karışmam’ dedim” dedi. Öğretmen Himmetoğlu, kendisini dövenleri karanlıkta göremediğini ve tanımadığını söyledi.

Olaydan sonra Çaykara Devlet Hastanesi’nde tedavi gördüğünü anlatan Bekir Himmetoğlu, kafasına aldığı darber nedeniyle 15 gün iş göremez raporu aldığını, daha sonra Çaykara Cumhuriyet Savcılığı'na can güvenligi olmadığı için suç durusunda bulundu.

Çaykara Ataköy Sağlık Meslek Lisesi'nde 4 ay önce göreve başlayan branş öğretmeni Bekir Himmetoğlu'nun iddiasına göre, kız öğrencilerin okul içine ve sınıflara türbanlı olarak girdiklerini görünce, öğrencileri uyarak türbanlarını çıkarmaların istedi. Daha sonra okul idaresine çağrıldığını anlatan Himmetoğlu, idareciler tarafından, ‘Bu çocuklarla ne alıp veremediğin var. Senin sorunun ne, ne karışıyorsun öğrencilerin baş örtüsüne’ denilerek uyarıldığını öne sürdü. Okul Müdür Vekili Cemil Korkmaz'ın üzerine yürüdüğünü ve kendisini dövmeye kalktığını iddia eden Himmetoğlu, araya giren öğretmenlerin olayı yatıştırdığını, jandarmaya bu konuda suç duyurusunda bulunduğunu iddia etti.

En Sexy Erkek Humeyni


Türban eylemcisi öğrenciden Haber Türk'te yayınlanan Teke Tek programında inanılmaz açıklamalar!

Fatih Altaylı'nın konukları üniversite öğrencileriydi. Kevser Çakır ve Nuray Bezirgan isimli türban eylemcisi bayan öğrencilerin açıklamaları ise hem Altaylı'yı hem de izleyenleri hayrete düşürdü.

Fatih Altaylı: Sizin facebookta bir siteniz mi var? Kevser adlı arkadaşımızın facebook adlı paylaşım sitesinde İran devriminde Ayetullah Humeyni’nin fotoğrafları yer alıyor. Doğru mu?

Kevser Çakır: Bir tane fotoğrafı var evet. "Evet, seviyorum ve saygı duyuyorum."

Fatih Altaylı : Ama o Şii . Humeyni’nin nesini seviyorsun?

Kevser Çakır: Şii olması önemli değil. Benim için Müslüman biri. "

Fatih Altaylı : Ama İran'da baskı rejimi var.

Kevser Çakır: Ama İran'daki rejimi ben desteklemiyorum

Fatih Altaylı:
Ama kurucusu Humeyni.

Kevser Çakır: Humeyni’nin aynı görüşleri sahip olması anlamına gelmez bu. "Ben Humeyni'yi seviyorum şahsen."

Fartih Altaylı: Sen seviyor musun?

Nuray Bezirgan: "Evet seviyorum."

Fatih Altaylı: Atatürk’ü seviyor musun?

Nuray Bezirgan : Atatürkü sevmeme hakkı var mı? Başıma bir iş gelmeyecekse ben sevmiyorum. Atatürk'ün yetkiyi padişahtan alırken yani saraydan alırken laik bir Cumhuriyet kurmak için aldığını düşünmüyorum. Halk o zaman islami değerler için savaştı. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın başlaması da Kahramanmaraş’ta Fransız askerlerinin Nene Hatun'un başörtüsüne uzanmasıyla olmuştur.

Fatih Altaylı: Maraş’la Erzurum’u birbirine karıştırdın.

Nuray Bezirgan: Her neyse. Maraş’ta Fransız askerleri bir kadının örtüsüne saldırıyor. Sütçü İmam buna karşı ilk ateşi açıyor. Böylelikle Kurtuluş savaşı başlıyor. Sonuçta cepheye cephanelik taşıyan kadınlar o dönemin insanları, o dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz hep Müslüman insanlar.

Fatih Altaylı:
Peki bu ülkenin Kurtuluş Savaşı'nı örgütleyen bir adamı niye Humeyni kadar sevmiyorsun. Bunu merak ettim. Eğer Atatürk olmasaydı burada belki de İngilizler vardı, Fransızlar vardı.

Nuray Bezirgan: Yani İngilizler olsaydı benim haklarım daha geniş olacaktı. Zaten mesele bu yani. İnsanlar bana Atatürkçülük adına zulmediyorlarsa benden Atatürk'ü sevmemi bekleyemezsiniz.

Kevser Çakır: Yani bir insanın ismi üzerinden ideolojik bir kurgu oluşturulmaya çalışıldığı için bunlar oluyor. İyi Bir asker. Bunu biliyoruz.

Fatih Altaylı: Bu ülkeyi düşmanlardan arındırma sebebi. En azından bir minnet duygun yok mu?

Kevser Çakır: İyi bir asker biliyoruz.

Fatih Altaylı:
Bugün sizin savunduğunuz özgürlükçü, cumhuriyeti kuran sizin temsil ettiğiniz iradenin, bugün iktidar olmasına olanak veren de rejimi kuran da yine Atatürk değil mi? Camileri de kapatmamış.

Nuray Bezirgan:
Benim fikirlerimİ savunucak parti kurulamaz Türkiye’de. Zaten bu yasak. Benim fikirlerimi herhangi bir parti savunmaya kalktığı zaman parti kapatılır. Müslümanlar haklarını elde etmek için gece gündüz çabalarlar. Birileri gelir parlementonun azıcık bir özgürlük tanımlamasına bile Atatürk adına, Cumhuriyetçilik adına, demokrasi adına ne adına olursa olsun özgürlüklerimizi elimizden alır. Ben tamamiyle özgür olduğum hak ve özgürlüklerimin kısıtlanmadığı bir sistem istiyorum.Mesela siz nasıl ki başörtülü hakim bir hanımdan rahatsız olacağınızı söylüyorsanız ben sizin, mesela bu fikrinizin temelde Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet'te bizlerin hep tehdit olarak sizlere sunulmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Fatih Altaylı : Hayır ondan kaynaklanmıyor. Sizin “siz, biz” demenizden kaynaklanıyor. Siz islami inançları sizin tarafınızda yaşamayan veya sizin gibi algılamayan insanları farklı görüyorsunuz. Sen, Recep Tayyip Erdoğan ve başkaları "siz- onlar, biz-onlar" dediğiniz zaman kendimi kötü hissediyorum.

Nuray Bezirgan :
Sizin inancınız ne olduğu beni ilgilendirmiyor. Benim ilgi alanım değil. Kişi istediği dine sahip olur ya da olmaz yada dinsizdir. Bu benim size ikinci sınıf vatandaş olarak göreceğim anlamına gelmez. Ama Fatih Bey siz başörtülü bir hakimden rahatsız olduğunuzu söylüyorsunuz

Fatih Altaylı: Önyargılı olur diye rahatsız olurum.

Nuray Bezirgan: Tabii ki. Önyargınızın temelinde 85 yıldır yürütülen laik sistemin dayatmalarının olduğunu düşünüyorum. Biz hiçbir zaman özgür olamadık. Hiçbir zaman kendimizi ifade edemedik. Siz hiçbir zaman başörtülü bir hakim tarafından yargılanmadınız. Dolayısıyla bu şekilde düşünüyorsunuz.

Fatih Altaylı: Senin rejimden istediğin ne? Üniversiteye gitmen, kamusal alanda görev yapman dışında ne isteğin var?

Nuray Bezirgan: Ben başörtümle birlikte sosyal hayatta da var olmak istiyorum.

xxxxx

Bu kadar muhabbetin yorumunu bile yapmaya gerek yok sanırım. Tek yorum; müthiş "yanar-döner" (2 sene önce Tayyibin kedisinin bakıcılığını yaparken şimdi laik kesimin ön saflarında görünüyor) gazetecimiz biricik "6alatasaraylı" Fatih Altaylı'nın bu Humeynisever kadınları rating olsun, ortalık iyice karışsın, voleyi vursun amaçlı ekrana çıkarmasıdır. Kendisinin sarı basın kartının olmamasını böylece bir kez daha normal karşılıyoruz efendim.

p.s: Nene Hatun'u Kurtuluş Savaşı döneminde tekrar diriltip, Maraş'ta ortaya çıkarmasına acaip koptum, belirtmek istedim. :)

Padişah Geliyor Padişaaahhh!

Tayyip meşhur "milletin iradesi!"nin temsil edildiği T.B.M.M'de uleması tarafından karşılanıyor.

10 Haziran 2008 Salı

AKP'nin Sol Liberal Aydınlara İhtiyacı Kalmadı


Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin 31 Mayıs tarihli yazısında arkadaşı Koray Düzgören için "Koray nerede sahi?" diye sesleniyordu. Hürhaber İnternet sitesi, halen Londra'da yaşayan Koray Düzgören'e ulaştı. Düzgören, Yeni Şafak'ta 19 Mayıs'tan bu yana hiçbir 'gerekçe' gösterilmeden yazılarının sonlandırıldığını anlattı.

Cömert telefonuma çıkamadı
Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Ziya Cömert'in kendisinin mesajlarına yanıt vermediğini belirten tecrübeli yazar "Daha sonra telefonla da aradım. Sırf bu uygulama nedeniyle yaptığı çirkinliği ile yüzleşebilmesi için. Ama cesaret edip telefonuma çıkmadı" diye konuştu.

10 yıldan bu yana Yeni Şafak'ta düzenli yazılar kaleme alan Koray Düzgören'e göre asıl mesele başka. Düzgören'i dinlemeye devam edelim:

AKP'nin bize ihtiyacı kalmadı
"Ama asıl mesele bizim gibi, demokrasiyi, özgürlükleri çifte kriterlere başvurmadan savunan ve genel olarak ülkedeki vesayet rejimi İslamcıları da eziyor diye başkalarından ayırt etmeden onları da destekleyen, onlardan yana çıkan sol liberal aydınlara AKP çevresinin ihtiyacı kalmamış olması."

Demokratik görünmeye 'paydos' dediler
AKP'nin 'demokratik' görünmeye 'paydos' dediğini öne süren tecrübeli kalem iddialarını daha da derinleştirdi:

"AKP demokratik görünmeye paydos deyip, bürokratik militarizme teslim olarak; hatta ondan daha ileriye giderek 'kapatma davası'ndan kurtulabileceğini zannediyor. Bunun için de ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü gibi kavramlar artık onlar için bir şey ifade etmiyor. Eleştiriye tahammülsüzlük bu yaklaşımın en somut göstergesi."

Yeni Şafak'ın 28 Şubat'ı
Bu anlamda Yeni Şafak Gazetesi'nin AKP'nin 28 Şubat'ını başlattığını vurgulayan Düzgören önümüzdeki günlerde safların daha da netleşeceğini belirterek şunları kaydediyor:

"Medyada yeni döneme geçiliyor. Saflar daha da belirginleşecek gibi görünüyor. AKP yanlısı birmedya, ulusalcıların yanısıra ikinc bir gerici, militarist ve devlete odaklı bir kesim olarak palazlanıyor."

İşte Düzgören'in açıklamasından diğer bölümler:

  • Demokrasi ve özgürlükleri savunmak, Türkiye'nin meselelerine bu yaklaşımlar çerçevesinde çözüm yolları aramak, hatta bu çözümleri tartışmak giderek daha zor bir hale geliyor.

  • İslami medya denilen İslami hassasiyetleri temsil eden medya organlarında yazmaya, çalışmaya devam eden gazeteci-yazar arkadaşların şapkalarını öne koyup bir durum değerlendirmesi yapmalarının tam zamanı.
  • Llorando


    yo estaba bien
    por un tiempo
    volviendo a sonreir
    luego anoche te vi
    tu mano me toco
    y el saludo de tu voz
    te hable muy bien
    tu sin saber
    que he estado llorando
    por tu amor
    llorando por tu amor
    luego de tu adios
    senti todo mi dolor
    sola y llorando
    llorando
    no es facil de entender
    que al verte otra vez
    yo estoy llorando
    yo que pense que te olvide
    pero es verdad, es la verdad
    que te quiero aun mas
    mucho mas que ayer
    dime tu que puedo hacer
    no me quieres ya
    y siempre estare
    llorando por tu amor
    llorando por tu amor
    tu amor
    se llevo
    todo mi corazon
    y quedo llorando
    llorando
    llorando
    llorando
    llorando
    llorando
    por tu amor

    AKP ve Erken Seçim Kararsızlığı


    Anayasa Mahkemesi’nin verdiği son türban kararıyla ‘midesine yumruk yiyen’ AKP, bu darbenin etkisi yüzünden kendini iyice kaybetti. AKP ve yandaş medya, kararı veren yargıçları hedefe koydu. AKP medyasının ‘hücumbotu’ Star, okurlarına: “Bu bir savaştır. Kararı tanımayın. Siz de hukuksuzluk yapın” dedi.

    Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu’nun kaleminden çıkan bu satırlar, aslında AKP’nin de bilinçaltını yansıtıyor. AKP ve medyası, “Ergenekon”cuları tutuklayan mahkemeleri “meşru”, aleyhlerinde karar verenleri ise “gayrimeşru” olarak görüyor. Hukuk dışılığı öneren gazete yazarı ise, içine düştüğü çelişkiyi bir türlü fark edemiyor. Karaalioğlu’nun dile getirdiği ifadeler, “Mahkemeler meşru değilse, AKP cezaevlerini neden boşaltmıyor?” sorusunu da gündeme getiriyor.

    AKP “yandaşları”nı bir arada tutup partinin dağılmasını engellemeye çalışırken, hukuka karşı açtığı savaşın dozunu da yükseltiyor. Bu sırada, komik ve traji komik sahneler de yaşanıyor. AKP’li hukukçular, “Mahkemenin kararı meşru değildir” diyebiliyor. AKP böylece, sıkışmışlığını, hukuku yoksayarak çözmeye çalışıyor.

    Kapatma davasının açılmasının ardından, “Erken seçime gideriz” diyerek meydan okuyan AKP, bunu yapamayacağını gördüğü an, hedefe yargıçları koyuyor. Bir yandan ise “din istismarı” yeniden devreye sokuluyor. Kadınları ikinci sınıf konumuna sokan “türban’’ ne yazık ki; “özgürlükmüş” gibi sunuluyor. Türbana kapatılan kadının, "cinsel obje" haline dönüştürüldüğü ise gözlerden kaçırılıyor. Gericiliğin simgesi türban, “özgürlük bayrağı”ymış gibi dalgalandırılıyor.

    AKP yaptığı din istismarıyla, aslında çözümsüzlüğünü saklamayı amaçlıyor. İslamiyet’in değerlerine saygılı olduğunu söyleyenler, ABD’nin Irak’ta cami basmasına, kutsal kitabımız Kur’an’ı Kerim’in hedef tahtası haline getirilmesine ise nedense ses çıkarmıyor.

    Bunları gözden uzak tutan ve medyasında sorgulatmayan AKP’nin, erken seçime gidemeyeceği de anlaşılıyor. Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç’in neden dayak yediği araştırıldığında, AKP’nin erken seçim kararı alamayacağı çok net bir şekilde görülüyor.
    ***
    Kapatma davasının açılmasının ardından, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kurmayları toplanır. Erdoğan’a akıl veren kurmaylar, “Erken seçime gidersek kapatma davası düşer” der. Erdoğan bu görüş üzerine, “O halde hazırlıkları yapın” talimatı verir. Bunun üzerine AKP içinde çalışma başlatılır. Ancak Meclis’e ilk kez giren milletvekilleri bu görüşe sıcak bakmaz. Çünkü; Meclis’e yeni girmişlerdir. Bu yüzden, seçime gitmeleri, milletvekilliğinden kaynaklanan yasal haklarını kaybetmelerine sebep olabilir. Zira; seçim sonrası yaşanacak tabloda kimin yeniden TBMM’ye girip giremeyeceği belli değildir.

    AKP’li vekiller bu yüzden, Erdoğan’ın kurmaylarına bir teklifle gider: “Milletvekilliğimizden doğan haklarımız garanti altına alınsın. Seçime girip kazanamasak bile, vekilliğin tüm haklarından yararlanalım. Aksi taktirde, erken seçim kararı alınmasına onay vermeyiz.”

    “Genç vekiller”in bu önerisi Erdoğan’a iletilir. Erdoğan bunun üzerine, “Vekillerle bir de ben konuşayım” der. Ardından da “30’arlı toplantılar” başlar. Meclis’e ilk kez giren “genç vekiller” aynı düşünceyi, Başbakan’a da iletir. Başbakan, işin içinden çıkamadığını görünce, kurmaylarına talimat verir: “Bu öneriyi CHP’yle görüşün. CHP’nin desteğini alarak seçim hazırlığı başlatın. Genç milletvekillerinin yasal hakları garanti altına alınsın.”

    Bunun üzerine, AKP’li kurmaylar, CHP Grup Başkanvekili Kemal Anadol’a gider. AKP’liler, “Biz seçime gitmek istiyoruz. Ancak genç vekillerin özlük hakları talebi var. Bize destek verin, 1 yılını dolduran vekiller, emeklilik haklarını kazansın” der. CHP’li Anadol, bu öneri üzerine, “Genel Başkanımız Deniz Baykal'ın bu konudaki talimatı kesin. Biz bu öneriye destek veremeyiz. Seçime gidecekseniz yeterli çoğunluğunuz var. Karar alın hemen gidelim” cevabını verir.

    Ancak AKP’li vekiller kararlıdır. Öneri tekrarlanır: “Genç CHP’li vekiller de var. Böylece onlar da bu haktan yararlanır.”

    CHP’li Anadol’un cevabı nettir: “Bir süre önce de "gazi haklarından faydalanma" diye bir öneri ortaya attınız. Buna karşı çıktık. Ama toplum bizim de buna onay verdiğimizi sandı. Yakınlarımıza bile anlatamadık. Bu yüzden, yeni vekillere "emeklilik hakkı" tanıyacak bir kararın altına imza atmayız. Buyrun seçim kararını hemen alın.”

    AKP’li vekiller, Erdoğan’ın talimatı üzerine yaptıkları görüşmeden, sinirle çıkar. Tarih 18 Nisan 2008’dir. TBMM kürsüsünde ise Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç konuşmaktadır. AKP’nin sinirini bozan Genç, Erdoğan’ın Katar’da ne aradığını sormaktadır.

    CHP’li Anadol’un yanından hışımla çıkan vekiller, Kamer Genç’in sözleri üzerine, öfke patlaması yaşar. Genç birdenbire yumrukların, tekmelerin ve küfürlerin hedefi haline gelir. “Erken emeklilik” hakkını elde edemeyen AKP’li vekiller, “hınç”larını Kamer Genç’ten çıkarır.

    Sizce AKP bu tablodan sonra “erken seçim”e gidebilir mi?

    “Genç vekiller”i ikna edemediği için şimdilik zor görünüyor. O yüzden, AKP’nin “Oylarımız %53’e çıktı” demesinin hiçbir geçerli yanı bulunmuyor. AKP, kafası karışan tabanını ve vekillerini bir arada tutmak için, yandaş medya eliyle sürekli olarak “Güçlüyüz” mesajı veriyor.

    AKP güçlüyse, ve oyları yüzde 53’se, neden hemen seçime gitmiyor?

    8 Haziran 2008 Pazar

    Fransa Türkiye Gerçeğiyle Yüzyüze Getirilmelidir

    Türkiye iki adım ötesini göremeyecek kadar basiretten uzak politikacılar tarafından yönetiliyor olmasaydı... Şimdi bunların kışkırttığı yargı müdahalesini değil, Fransa’da iktidar partisinin, anayasaya sokuşturmak istediği referandum maddesi marifetiyle, Türkiye’nin AB üyeliğine engel olma teşebbüsünü tartışıyor olacaktık.
    Ve belki de Türkiye, hükümeti, medyası ve toplumuyla sesini yükseltebilecekti bu girişime karşı. Ama mustarip olduğu liderlik sorunu bu ülkeyi sonunda, en kapsamlı ve tarihsel projesini yüksek sesle savunmaya mecalsiz ve daha önemlisi, isteksiz duruma düşürdü; içine kapattı.

    O madde geçmemeli
    Mesele şu: Nüfusu AB toplamının yüzde beşinden fazla olan ülkelerin Birlik’e üyeliğinin otomatikman referanduma götürülmesini emreden bir maddeyi de içeren anayasa değişikliği paketi geçen salı Fransa Ulusal Meclisi’nden geçti; önümüzdeki hafta içinde Fransa Senatosu’nda oylanacak. Referandum maddesinde adı zikredilmeden hedef alınan ülke, Türkiye... Türkiye’ye karşı özel olarak tasarlanmış bu madde, nüfusu AB toplamının yüzde 14’ü kadar olan Türkiye’nin AB’ye girişinin Fransız halkının onayına sunulmasını anayasal zorunluluk haline getiriyor.
    Umudumuz, Fransa Senatosu’nun Türkiye’ye karşı bu ayrımcı ve tahkir edici hareketi engellemesidir.

    Fransa’nın yarası acır mı?
    Engellenmez ve paket temmuzda senato ve ulusal meclisten oluşan genel kurulun da onayından geçerek anayasaya girerse, zaten Ermeni yasa tasarısı yüzünden bunalımlı bir dönemden geçen Türk-Fransız ilişkileri onarılması güç bir yara alacaktır.
    Ama açılacak olan yara Fransa’nın canını, Türkiye’nin canını yaktığı kadar yakar mı? Soru bu olmalı.
    Herhalde Türkiye’de insanlar kendilerine soruyorlardır, “Bu Fransa nasıl oluyor da Türkiye’ye karşı hasmane politikalar gütmeyi ve neticesinde Türkiye’yi kaybetmeyi göze alabiliyor?” diye... Çünkü Fransa’nın, Türkiye’yi doğrudan karşısına alarak, Türkiye’nin taşıdığı büyük ekonomik potansiyelden faydalanmaktan da, Avrasya jeopolitiğindeki eşsiz konumundan yararlanmaktan da bu kadar kolay vazgeçebilmesini, basit bir mantıkla açıklamak mümkün değil.
    Yoksa Türkiye sandığımız kadar önemli bir ülke değil mi?
    Bence Türkiye’nin öneminin nasıl algılandığı Fransa bahsinde tayin edici değil. Fransa’nın sorunu Türkiye’yi kaybetmekte oluşu değildir, Türkiye’yi zaten hiç kazanmamış olmasıdır.

    Soğuk Savaş sürüyor
    Türkiye ve Fransa arasındaki sıkıntının güncel nedeni, ikili ilişkilerin bir türlü Soğuk Savaş dönemindeki formatının dışına çıkarılamamış olmasıdır.
    De Gaulle’ün Amerikan tahakkümünü gerekçe göstererek ülkesiyle NATO arasına mesafe koymasından bu yana Fransa’nın gözünde Türkiye, Amerikan nüfuzu altındaki bir ülkedir. Fransa, Türkiye’yi kendi politik etkisine kapalı bir alan olarak algılamıştır. Bu bakışın, biraz da yarattığı alışkanlığın etkisiyle, Soğuk Savaş sonrasında da maalesef pek değişmediği anlaşılıyor.

    ‘Demir perde’ etkisi
    Fransa’nın bu bölgedeki geleneksel etki alanları ise Türkiye’nin geçmişte çeşitli nedenlerle uzak durmak zorunda kaldığı ülkelerdir: Suriye, Lübnan, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi... Soğuk Savaş sonrasının Ermenistan’ını da unutmamalı.
    Fransa ve Türkiye arasında aslında yıkılması gereken bir “demir perde” vardır.

    Solda sıfır ticaret
    Türkiye’nin Fransa’yla olan ticaret hacminin halen 10 milyar euro seviyelerinde geziniyor oluşu da işin başka yönü. 10 milyarın, 1 trilyon euro’luk Fransız dış ticaret hacmi içindeki yüzde birlik küçücük payının altını çizmek, Türkiye’nin Fransa üzerindeki ekonomik baskı potansiyelinin de caydırıcılıktan ne kadar uzak olduğunu göstermek için yeterli.
    80’lerden bu yana Fransa’yla ticaret ve karşılıklı yatırımların önemli oranlarda artmasını sağlayacak stratejiler izlenmiş olsaydı, bugün daha büyük boyutlara ulaşmış bir ticaret hacmi, Fransa’nın, Türkiye’nin öyle ayaküstü harcanamayacağını kavramasına yardımcı olabilirdi.

    Türkiye dersleri
    İşin bir de jeopolitikle ilgili yönü var...
    Bu alanda da Türkiye’nin hemen her yerde Fransa’nın karşısında varlık göstermesi gerekiyor ki, Fransa, Avrasya jeopolitiğinde Türkiye’nin dostluğu ve işbirliği olmadan dilediğini yapamayacağını kavrasın.
    Örneğin, AKP iktidarının izlediği Ortadoğu politikası, esas amacı Fransa’yı rahatsız etmek olmasa da, Fransa’nın geleneksel nüfuz alanlarına elini attığı için Paris’te bakışların Türkiye’ye dönmesine neden oluyor. Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk misyonunu üstlenmesi ve Lübnan krizinde devreye girmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir.
    Türkiye’nin Nabucco projesinde soykırım yasa tasarısına tepki olarak Gaz de France’ı veto etmesi, ekonomik olmaktan ziyade jeopolitik bir meydan okumadır.
    Le Monde’da geçen perşembe yayımlanan “Paris Ankara’nın misillemelerinden ürküyor” başlıklı haberde, Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner’in talebine rağmen Türkiye’nin 2007 başından beri Fransız askeri uçaklarının Afganistan için Türk hava sahasını kullanmalarına ve Fransız donanmasına bağlı gemilerin Türk limanlarında demirlemelerine getirdiği kısıtlamaları kaldırmadığını okuduk.
    Türkiye’nin Akdeniz Birliği’ne katılımının henüz kesinleşmemiş olmasının Paris’te tedirginlik yarattığı da Fransız medyasına yansıyor. Çünkü Paris Türkiye’siz bir Akdeniz Birliği’nin olamayacağını kavramaktadır.
    Bu eylemler Fransa’nın Türkiye dersini çalışmasına yardımcı olacaktır. Ama ders, daha da ağırlaştırılmalıdır.
    Paris’e bu ülkenin kolay yutulur lokma olmadığının gösterilmesi gerekiyor.

    Yazı: Kadri Gürsel