19 Temmuz 2008 Cumartesi

Demokratikleşen(?) Türkiye'den Bir Kare !

TÜRK-İŞ’e bağlı Tüm Belediyeler ve Genel Hizmetler İşçileri Sendikası (Belediye-İş) üyesi işçiler, dün İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) grev kararı asmak için yürümek isteyince polisin müdahalesiyle karşılaştı.
Polisin tazyikli su ve biber gazıyla müdahale ettiği göstericiler, yeniden toplanıp grev kararını asmayı başardı.
Belediye-İş Sendikası’na bağlı yüzlerce belediye işçisi, dün Edirnekapı’da bir araya geldi.
Kalabalık grup, ellerinde bayrak ve pankartlarla Saraçhane’deki İBB binasına doğru yürüyüşe geçti.
Yürüyüşe izin vermeyen çevik kuvvet polisi, barikatı aşmakta ısrar eden işçilere biber gazı ve tazyikli suyla müdahale etti.
Belediye çalışanlarının çocuklarının da zarar gördüğü kargaşada herkes bir tarafa dağıldı.
***
Bu resim ve haber üzerine daha ne yorum yapılabilir ki?
Asıl sorumlu depotizmde yeni bir çığır açan AKP mi, yoksa çetelere yönelik koftiden bir soruşturma, boş bir kanun tasarısı görünce "heyoo AKP bize demokrasi getiriyor" diye sevinen, yalakalık yapan; aslında bu muameleye maruz kalan işçilerin yanında bulunması gereken "aydınsı"lar mı?

El Değmemiş Bir Fikstür Lütfen

Süper Lig 2008-2009 sezonu fikstürü 23 Temmuz Çarşamba günü çekiliyor. Önce birkaç sezon geriye dönelim ve ligin sonundaki hatırlayalım sonra fikstür nasıl çekiliyor ona bakarız. 2004-2005 sezonunda Fenerbahçe-Galatasaray derbisi 33. hafta.
2005-2006 sezonunda Fenerbahçe-Galatasaray derbisi 31. hafta.
2006-2007 sezonunda Galatasaray-Fenerbahçe derbisi 33. hafta.
2007-2008 sezonunda Galatasaray-Fenerbahçe derbisi 32. hafta.
Ne bu polisiye roman mı?

"Ligin ilk 6 haftasında derbi oynanmaz" diye bir kural var. Kim koydu bilmiyorum ama yıllar önce sormuştum bir yetkiliye. "3 büyüklerin Eylül sonuna kadar Avrupa Kupası maçları var" demişti. Kafa sallayıp susmuştum. Ufku bu kadardı. 3 büyükler nasıl olsa Eylül sonunda havlu atıyorlardı ona göre. Ya gruptan çıkarlarsa, ya finale yürürlerse peki? Avrupa'da örneği yok bunun, elbette ki bazı kurallar var. İtalya'da 4 kentte (Roma, Milano, Torino ve Cenova) stadlar ortak kullanılıyor mesela. Çapraz fikstüre girmeleri lazım bu takımların. Aynı staddaki derbiler geride kalan sezonda kaldığı sıradan devam ediyor. Süper Lig'de fikstürü çeken bilgisayara da "birader bak bunları dikkate alacaksın" deniyor elbette. 3 büyükler aynı hafta İstanbul'da oynayamıyor. Biri mutlaka deplasmanda olacak. 3 Ankara takımı aynı stadı paylaştığından orada da aynı durum sözkonusu. Cavcav'ın 2 takımı olduğundan onların da ilk hafta oynaması lazım. Peki derbilere ne oluyor? Geçen sezon La Liga, Real Madrid-Atletico Madrid derbisiyle başlamadı mı? Bizim fikstür neden el değmemiş değil! Kim sokuyor elini kolunu bu fikstüre? Peki yöntem ne? 18 takımlı fikstürde her takıma bir numara atanıyor. O numaralar atanırken de derbi kuralı devreye giriyor. 3 büyükler için 6-8 ve 11 ayrılmış durumda. 3 büyükler 6'dan ufak bir rakam verilse buyur sana ilk haftalarda derbi! Geçen sezondan örnek: Kura çekiliyor ve Galatasaray 6'yı; Beşiktaş 8'i, Fenerbahçe de 11'i çekiyor. Buyrun size ligin son haftalarında Galatasaray-Fenerbahçe ya da Fenerbahçe-Galatasaray derbisi. Bu iki takımdan biri 6 ya da 11 çektiği takdirde kaçınılmaz son. Üstüne bir de geçen sezon Trabzonspor 7'yi çekince olan oluyor. Beşiktaş ile oynayan her takım sırasıyla Trabzonspor ve Galatasaray ile karşılaştı (Galatasaray için böylece müthiş şanslı bir kura oldu). 3 büyükler dışında kimse kolay kolay şampiyonluk yarışına dahil olmadığı için 6 puanlık derbiyi hatta derbileri 30'lu haftalar sonrasına saklamak demek ki "birilerinin"(rating! rating!) işine geliyor. Cinayet romanı gibi. Yormayın kardeşim kendinizi; katil uşak işte... Fikstür gelecek Çarşamba çekilecek. Bütün gazeteler, televizyonlar derbi haftalarını, ilk haftanın programını yayınlayacak. Aynı gün fikstür posterleri verilecek. Ben de mevzuyu tam vakıf değilim, affedin. Artık ne olur birileri Federasyon'un karşısına çıksın da sorsun: Neye göre, hangi kriterlerle çekiyorsunuz bu fikstürü? "Dünyanın en büyük derbisi"ni neden elleriyle 31-33 arasına elleriyle yerleştiriyor birileri?

Yazı: aceto balsamico

19.07 Dünya Fenerbahçeliler Günü


Fenerbahçeli olmanın gururu bizlere yeter !!

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Yalın - Zalim

Ellerine Sağlık..
Hadi durma; kutla bu zafer senin,
Yüreğine sağlık..
Yalan dünyanda tek safirin,
Onu kaybetme,
Onu kirletme,
Hırsınla süsleme!

Hadi seni sevdim diyelim bir daha;
Gözümü karartıp yeniden taptığımda:
Değişecek misin söyle?
Değişebilecek misin; zalim..

Zalim, oyunbozan,
Sen de bu büyü de yalan;
Gelip de birtanem olmaya ne hakkın var?
Gelip de bu canda hükmetmeye ne hakkın var?

Ellerine Sağlık

Mustafa Denizli'ye 1998 Dünya Kupası eleme grubunda Belçika'ya İstanbul'da 3-1yenildiğimiz maçtan sonra Amigo Orhan'ın 8 merdiven yukarıdan uçarak attığı kafa hala hafızalardadır. Brezilya asıllı Belçika'lı Oliveira'nın hat-trick yaptığı maç, aynı zamanda İlker Yasin'in bir gol pozisyonunda kaleye vurmak yerine pas vermeyi tercih eden Fatih Akyel'e "hani Fatih oradan yaradana sığınıp kaleye vursan, topla beraber kaleci de içeri girecek" diye serzenişte bulunduğu maçtır. Sonuçta o süreci sonunda milli takım Hollanda ve Belçika'nın arkasında kalarak finaller vizesi alamamıştır.

Geçtiğimiz hafta İtalya'nın güneyindeki sahil kasabası Fasano'da tatil yaparak dünya kupasındaki hüsranı unutmaya çalışan Donadoni'nin de havasını almışlar Denizli'ye benzer şekilde. Eşiyle beraber bir lokantada yemek yiyen Donadoni, bir başka müşterinin kendisine, oturduğu masanın üst katından bir bardak dolusu suyu boca etmesiyle ufak çapta bir gusül abdesti almış. Dün de Fasano'nun valisi Lello Di Bari özür dilemiş İtalyan teknik adamdan, gerekçe olarak da "hiç uygarca bir davranış değil" demiş. Ben valinin sözlerinden şunu sezdim, "bu top sakallı, bıyıklı forvetini de yanına alıp bizi yerin dibine soktu, topla tüfekle gitmek lazım bu arkadaşa"....Evet biraz fazla şey anlamışım ama dünya şampiyonu takımı rezalet bir futbolla turnuvadan edersen alacağın tepki de bu olur.

Dış Borç Giderek Büyüyor

Türkiye’nin temel sorunlarından biri oldum olası dış açık vermesidir. İthalatı ihracatından daha fazla olduğu için yahut da tüketimi ülke içindeki üretimden fazla olduğu için oldum olası dış borç almak zorunda kalmıştır. Geçmişte birçok mali kriz de bu nedenle oluşmuştur. Ancak bugün böylesi bir olasılığı pek dile getiren yok.

Son mali krizin hemen ertesinde dış borç 77 milyar doların altındaydı. IMF’den gelen paralarla borç 97 milyar doların üstüne çıktı. Sonra açıkçası 2005 yılına dek pek hızlı artmadı. 2005 yılında toplam net dış borçlar 123 milyar doların altındaydı. 2005 yılından sonra ise tekrar hızlıca bir büyüme trendine girdi. Nihayet bu yılın ilk üç ayında 196 milyar dolara tırmandı.
Bununla beraber ekonomi de hızla büyüdüğü için dış borçlar milli gelire oranla pek büyümedi. Hatta aksine son birkaç yılı dışarıda bırakırsak kriz yıllarında hep küçüldü. Yani Türkiye her nasılsa dış borçlarını rakamsal olarak büyütse de, oransal olarak küçültmeyi başardı. Pekiyi sürekli daha fazla dış açık veren bir ülkede bu nasıl gerçekleşti?

En baştaki açıklama hiç kuşkusuz milli gelirin TL bazında hesaplanması ve YTL’nin de sürekli değer kazanması nedeniyle dolar bazında milli gelirin son yıllarda çok aşırı bir hızda büyümüş olması (tam 3,7 kat). Oysa milli gelir TL bazında reel olarak 2002 yılından bu yana sadece yüzde 48 büyüdü. YTL’nin giderek güç kazanmasıyla elde edilen bu fiktif yani hayali büyüme ne yazık ki, borç dinamiklerinde de saçma sapan bir manzara gösteriyor.

Net dış borç stoku ve reel olarak değer kazanmış milli gelir üzerinden hesaplanan bu durum dış borçların 5 yılda yüzde 40 oranından yüzde 20 oranına indiğini gösteriyor. Oysa brüt dış borçların milli gelir oranına bakmak daha doğru.

Bankaların ve Merkez Bankası’nın dış varlıkları artmış olabilir. Ancak dış açık nedeniyle artan dış borçların gerçek milli gelir rakamına oranı azalmak şöyle dursun, artıyor da denebilir.
2001 yılında brüt dış borçların milli gelire oranı yüzde 52 iken, bugün gerçek (kurdan değer kazanmamış) milli gelire oranı yüzde 77’ye çıkmış durumda.

Yok, eğer illa ki net dış borçlardan hareket etmek istiyoruz derseniz de, yüzde 39 olan dış borç-milli gelir oranı yüzde 41,4 olacaktı. Yani düzelme olmayacaktı. Kimse kimseyi kandırmasın; dış borçlar ciddi bir sorundur. Ve artan dış açıkla daha da büyük bir sorun olmaktadır...

Yazı: Hurşit Güneş

Nur Topu Gibi Bir Fare Doğdu

Silahlı terör örgütü kurarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmak...
- Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı halkı isyana tahrik etmek...
- Askeri İtaatsizliğe teşvik etmek...
Bunlara benzer 11 maddelik bir ağır suç listesi...
İcracı kadro mu?
Emekli asker, gazeteci, öğretim üyesi, işadamı ve işsizlerden kurulu birbirini pek tanımayan 86 kişi...

(Bu 86 kişinin gözaltına alınma sürecinin “ilk dalgası”, bombalar ele geçtikten hemen sonra yapıldı. Bombaları evinde saklayan astsubay ve hem onunla hem Danıştay saldırganıyla ilişkisi saptanan bir yüzbaşı gözaltına alındı.
Ama onlar “küçük rütbeliler”di.
Yüzbaşının elini öptüğü Paşa ne olacaktı?
Birçok faili meçhul cinayette adı geçen, Yeşil’le, Çatlı’yla ilişkisi bilinen “Paşa”, dokunulmazlığıyla meşhurdu.
Savcılık yılbaşındaki “ikinci dalga”da onu da aldı. Paşa’nın dokunulmazlık zırhı delindi. Soruşturma biraz daha “derin”e indi. Paşa’yla birlikte, Dink cinayeti, Malatya suikastı dahil birçok karanlık işte parmağı hissedilen bazı isimler de tutuklandı.
Çetenin çitilenmesini isteyen herkes buna destek verdi.

Şimdi tarihlere dikkat:
14 Mart’ta AKP’ye kapatma davası açıldı.
21 Mart’ta yani bir hafta sonra “üçüncü dalga” geldi.
Bu kez gözaltına alınanların “tipoloji”si değişmişti:
Bir parti lideri, bir üniversite rektörü, bir başyazar...
Üçü de hükümete sert muhalefetiyle öne çıkmış isimlerdi. Başyazar, kendi gazetesini bombaladığı söylenen örgüte üye olmakla suçlanıyordu.
Ergenekon davasının siyasallaştığı kuşkuları ve “Bu bir rövanş davası” iddiaları o zaman başladı.
Ondan sonraki her gözaltı dalgası, çeteyi biraz daha açığa çıkarmak yerine, bir itirazı daha susturmak amaçlı göründü.
“Altıncı dalga”ya gelindiğinde, bunun devlet içindeki rakip güçlerin bir iç hesaplaşması, ordunun komuta kademesinde ağustos terfileri öncesi bir temizlik kampanyası olduğu tahminleri ayyuka çıktı.)

Silahları; 27 adet el bombası...
Bu kadarcık silah ve yarısı emekli 86 kişiyle bu suçlar işlenir mi?
İddianame bakalım yargıçları ve kamuoyunu bu konuda nasıl ikna edecek?
Son aylarda kimisi;
“Türkiye bir darbe tehdidi altında”, diyordu. Kimimiz;
“Yapay darbe havası estirilerek AKP, AB, ABD muhaliflerinin hapisle cezalandırıldığını” düşünüyorduk...
Acaba kim haklı çıkıyor dersiniz?

Ergenekon iddianamesinin dikkat çeken bir yönü de Danıştay saldırısını kapsaması. Başsavcı Engin, iddianamede, Danıştay saldırısı ile Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların yer aldığını söyledi. Ergenekon örgütlenmesiyle bu saldırılar arasında bağ kurulması, iddianamenin eylemle ilgili en önemli yönünü oluşturuyor. Ancak, bu noktada da yargı organları arasında bir çelişki ortaya çıkıyor. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Ergenekon iddiaları ile Danıştay saldırısı arasında bir bağlantı olmadığına hükmetmişti.
Oysa, Ergenekon savcıları, bağlantı olduğu sonucuna varmışlar ki, Danıştay saldırısı iddianamede yer alıyor. Ankara 11. Ceza Mahkemesi’nin “bağlantı yok” kararı Yargıtay tarafından da onaylanırsa, bu Ergenekon davasını da etkileyecektir. En azından Ergenekon iddianamesinin Danıştay boyutunda, farklı bir yargı kararı olması önemli bir durum.

Türkiye’nin darbe tehdidi altında olduğunu savunanlar aylardır düzmece haberlerle kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. İnsanlar bu haberlerle asılsız suçlamalar altında bırakıldılar, itibarları yok edildi, hayatları zehir oldu...
Başsavcı dün bu haberlerin çoğunun yalan olduğunu söyledi...
Peki bu haberleri belli gazetelere aynı anda servis yapan merkez neresiydi? Bu merkez yerli miydi, yabancı mı?
Medyada ifade edilen Hrant Dink, Rahip Santoro suikastleri ve Malatya’daki yayınevi katliamının da iddianame kapsamında olduğu yolundaki haberlerin gerçek olmadığı anlaşıldı.
Yargı neden bu müdahaleyi durduramadı. Başsavcı’nın haber kirliliğinden yalnızca şikayet etmesi, Türk yargısının müdahale edemeyeceği kadar güçlü bir dezenformasyon merkezinin varlığını akla getirmiyor mu?

Darbe günlüklerinin bu aşamaya kadar Ergenekon iddianamesinde yer almadığının anlaşılması eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur ile eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Hurşit Tolon’un neyle suçlanacakları konusundaki merakı da artırmış durumda.
Emekli komutanların, Başsavcı’nın açıkladığı ağır suçlamalara muhatap olan Ergenekon örgütünün neresine yerleştirilecekleri ciddi bir soru işareti.

Bu koşullarda adaletin tecelli edeceğine sayın Başsavcı inanıyor mu?

Sanayisiz Büyüme


Sanayisiz büyüme demek, sanayiinin büyüme hızının, ekonominin büyüme hızının gerisinde kalması demektir. Bir başka anlatımla, sanayiinin milli gelir içindeki payının küçülmesi demektir.
Milli gelir (GSYİH) bir ülkede belli bir dönemde üretilen tüm mal ve hizmetlerin parasal (katma) değerini gösterir. Tarım, sanayi, inşaat, ulaştırma, ticaret gibi değişik kesimlerde yapılan üretimlerin toplamı milli geliri oluşturur.
Eğer sanayi sektörü diğer sektörlere göre daha fazla büyüyorsa, milli gelirin oluşumunda sanayiinin payı da artar, büyür.

1999 yılında milli gelirimizin (GSYİH) oluşumunda imalat sanayiinin payı yüzde 21.9’du. 2000 yılından sonra her yıl imalat sanayiinin milli gelir içindeki payı geriledi, 2007 yılında yüzde 16.5’a düştü. Biz bu rakamlara bakmadığımız için, “sanayileşiyoruz” diyerek sevinirken, gerçekte yıllar boyu milli gelirimizin oluşumunda imalat sanayinin ağırlığı küçüldü.

2007 yılında, cari fiyatlarla milli gelir artışı (tüm sektörlerdeki büyüme oranı) yüzde 12.9’ken, imalat sanayi daha düşük oranda yüzde 8.6 oranında büyümüş. Görülüyor ki, imalat sanayi diğer sektörlerdeki büyümeyi yakalayamamış.
Acaba sadece 2007 yılında mı bu böyle olmuş? 1999 yılına kadar geriye gidince görülüyor ki, her yıl sanayi sektörünün büyüme hızı, milli gelirdeki toplam büyüme oranının gerisinde kalmış. Milli gelirde sanayiin payı devamlı olarak küçülmüş.
Demek ki biz imalat sanayiinindeki üretime dayalı olarak değil, ithalata dayalı, at-sat’a dayalı bir büyüme içindeyiz. İşte bunun içindir ki, istihdam artmıyor. İşte bunun içindir ki, gelir dağılımı çarpıklaşıyor.

Son yıllarda ekonomik büyüklükte, ciddi bir sanayi yatırımı yapıldığını duyan var mı? Gayrimenkulden, tarımdan kazanılan paranın sanayie yatırıldığını duyan var mı?
Tersine sanayi tesisini satanlar, gayrimenkule para yatırıyorlar. Hayvancılığa, tarıma soyunuyorlar. Fabrika yerine alışveriş merkezleri inşa ediliyor. Daha önce belli sektörlerde üretim yapanlar şimdilerde yabancı firmaların temsilciliğini yapıyor.
Bir ülke üretimsiz büyüyemez. Türkiye, imalat sanayiini büyütmeden istihdam sorununa da, fakirliğe de çare bulamaz. Bugün uygulanan yüksek faiz ve ucu dövize dayalı ekonomi politikasıyla imalat sanayiinde yatırımlar da üretim de artırılamaz. İmalat sanayiinin ekonomide ağırlığı küçülmeye devam eder. Bugünlerde bunları tartışmalıyız. Halbuki bunlara önem veren yok.

15 Temmuz 2008 Salı

1982 İtalyan Milli Takımı

Milli takımımızın Euro 2008'de yarattığı "mucize" tartışıladursun, size 1982 Dünya Kupası'nın kazananı İtalya'dan bahsedeyim. Turnuvaya Polonya, Kamerun, Peru beraberlikleri ile başladılara, arkasından Arjantin, Brezilya, Almanya'yı yendiler. Olacak iş değil. İtalyan işte n'parasın. İtalya'da koltuğundan ilk tur maçlarını izleyen kaç İtalyan sonunda bu fotoğrafın ortaya çıkacağına inanıyordu, orasını bilemem. Babama göre (kendisi turnuvanın grup maçları boyunca İtalya'daymış),İtalyanlara "İtalya kupayı alır" dediğinde hepsi inanmaz gözlerle kendisini süzmüşler :)

Hayrettin Demirbaş

Spikerlerin kurduğu cümlelerde Hayrettin Demirbaş genelde hep talihsiz anlarda devreye giren bir isimdi.
- Uğur.. karşı atak şansı izin vermediler.. top Voracic'te.. kanatlara taşıdılar oyunu savunmamız kademede.. çabuk çıktılar atağa Hernan.. uzaklardan sert şut! Hayretin tuttu to.. yapmağ Hayrettin yapmağ...

Hayrettin'in Türk futbolunda bir fenomen olduğunu kim inkar edebilir ki. Türkiye'deki en küçük çekirdek aileye kadar sızmış bir isimdi. 90'larda Türk ailelerinde akşam çay içilirken iki şeyden bahsedilirdi; biri Hayrettin, diğeri enflasyon. Biz anlamasak da elbet onun bi bildiği vardı. Ekşi Sözlük'te "Estranged" nickli yazarın yazısını koyuyorum buraya ve bir de Google'da hakkında çıkan ilk fotoğraf. Şaka mı yapıyor arkadaşına, yoksa top diye kafasını mı avuçlamış? Bilmiyorum orasını. Kim bilebilir ki Hayrettin'in aklından geçenleri.

Şimdi. Sergen'den yediği gol sonrasındaki mazeretlerine bakacak olursak.

Kireç buz tutmuştu
Sahaya sis inmişti
Rüzgar ters esmişti
Top fizik kurallarına aykırı bir açı aldı...kısfmetsizlik"...

Şimdi de Alper Tunga destanına bakalım.

Alper Tunga oldu mu?
İssiz acun galdi mi?
Feleg ocun aldi mi?
İmdi ureg irtilur.

Evet farkettiniz, aynı ölçü kullanılmış. Buradan da görülüyor ki, Hayrettin Demirbaş, aslen Alper Tunga'dır, kendisi reenkarnasyonun kanıtıdır."

(bkz: aman hayrettin)
(bkz: hayrettin yapma)
(bkz: kumbara hayrettin)
(bkz: panter hayrettin)
(bkz: takma kafanı hayrettin)
(bkz: top hayrettin in kontrolunde gol)
(bkz: tut onu hayrettin)
(bkz: yapma be hayrettin daha kadroları saymadım)
(bkz: yapma hayrettin)
(bkz: yeme bunu hayrettin)

Mor ve Ötesi - Cambaz


Ne habersin ne Türk'sün,
Seni gören yollara dökülsün.
Kul oldun köle oldun,
Kurşun geçirmez cam oldun.
Bütün dünya izler durur
Afet-i azam bekler durur;
Hedefini al,piyasanı al her şeyi al..
Yandı dertler bitti tasa,
Ben kurbanım bu cambaza,
İki gözüm kadar eminim sen yoksun..



Kul oldun,köle oldun,
Kurşun geçirmez cam oldun.
Cin oldun adam çarptın,
Cellat oldun kelle uçurdun..
Bütün dünya izler durur
Afet-i azam bekler durur;
Hedefini al piyasanı al herşeyi al.
Yandı dertler bitti tasa,
Ben kurbanım bu cambaza;
İki gözüm kadar eminim sen yoksun..



Var mısın, yoksun.
Var mısın, yoksun.
İki gözüm, eminim, sen yoksun.

Jorge Kampos

Amerika 1994 Dünya Kupası'nda kaleciliğiyle olmasa da giyim tarzıyla hala aklımdan çıkmayan şahıs. Paylaşmak istedim.



14 Temmuz 2008 Pazartesi

Deplasman Otobüsü

Kural 1; Otobüsün gözden çıkartılan ilk kısmı camlarıdır.

Kural 2; Her şartta ve koşulda uyuyabilme becerisi.

Kural 3- İdeal bir deplasman otobüsü; Mercedes o 302, o 303 bilemedin Maraton-Prenses olmalıdır. Zira ömrünün sonu yaklaşmıştır ve kaybedecek pek bir şeyi yoktur. Gözü kara otobüslerdir.

Kural 4; Kimse otobüsün dolduğuna inanmak istemez. Besteyi çekmek için 45 kişilik otobüse minimum 90 kişi binmelidir.

Kural 5; Deplasmanların resmi olmayan içeceği biradır. Bu yüzden ilk 2 saatten sonra her 15 dakikada bir sağa çekilip ihtiyaç molası verilir. Buna bağlı olarak normal yolculuk süresi +3 saat üzerinden hesaplanır.

Kural 6 ; Deplasman otobüsünün en cefakar insanı kaptandır. "Camlara vurmayın gençler" diye uyarır bazen mahsumca. Onun otobüste yattığı bölüme Hilton denir ve ağır abilerden biri yatar çoğu zaman oraya. Dönüşte kaptanın uykusu gelirse o abilerden biri geçer direksiyona, kaptan da yuvası hiltona doğru yol alır uykulu gözlerle.

İlk Ergenekoncular

"Elde edilen bazı belgelerde örgütün bir tarikatvari olup 600 yıllık geçmişe dayandığı ve tarikatın isminin agarta yani ergenekon olduğu ifade edildi."

Bastırrrr,600 yetmez 1000 olsun, 1000 yetmez 5000 olsun, Ergenekon Dünya Kültür Mirası listesine dahil olsun. :)

p.s 1: Agarta'nın köklerinin de tarihçiler tarafından Atlantis uygarlığına dayandırıldığını söyleyeyim, siz düşünün artık gerisini..

p.s 2: Sahi bi Illuminati vardı, noldu ona? :)


Aykut Kocaman & Rıdvan Dilmen

13 Temmuz 2008 Pazar

Biraz Hukuk..

Yeni Şafak gazetesi 9 Temmuz 2008 günlü nüshasında “Başsavcı’ya suikast planı Eruygur’un evinden de çıktı” başlığıyla bir haber ve kroki yayımlıyor. İşçi Partisi açıklama yapıyor:
“... Haberde krokinin İşçi Partisi lideri Perinçek’in bilgisayarında ele geçirilenle aynı olduğu, yalanına yer verilmiştir. Oysa Sayın Doğu Perinçek’in bilgisayarında benzeri bir belge, bilgi kesinlikle bulunmamıştır. Sayın Perinçek’e emniyette veya savcılıkta bu yönde sorulmuş bir soru veya gösterilmiş bir belge yoktur. Olsa idi bunun sorulmaması düşünülemezdi.”

Haber ilk kez geçen mart ayında Taraf gazetesinde yayımlanmış.. İşçi Partisi “Taraf’ın yalanını Yeni Şafak sürdürüyor” demekte...
Ertesi gün Yeni Şafak’ı taradık. Bu yalanlama yer almış mı diye baktık. Yoktu... Bu tür düzmece haberler malum gazetelerde her gün tekrarlanıyor. Hem kamuoyu, hem yargı sanıklar aleyhinde etkileniyor. Ama bu hukuksuzluk sürekli görmezden geliniyor.
Ceza Kanunu Madde 285 açık: “Soruşturmanın gizliliğini alenen ihlâl eden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır... Suç basın yayın yoluyla işlenirse yarı arttırılır.”
Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu diyor ki:
- Gizliliği bir tarafa bırakırsanız... Birtakım belgeler birtakım medyada yayımlanırsa o soruşturmanın inanılırlığı olmaz..
Bazıları demokrasi aydınlığına ilerlediğimizi sanıyor. Hukuk ve demokrasiyi çiğneyerek demokrasiye varıldığı görülmüş şey mi?

İddianamenin pazartesi günü açıklanacağı haberleri yayılırken...
Hukukçu Noyan Özkan anımsatıyor:
- İddianamenin açıklanması için mahkemece kabulü gerekir... Yaklaşık 2000 sayfa olduğu iddia edilen iddianameyi okuması için mahkemenin önünde 15 günlük yasal süre vardır. Mahkeme iddianameyi inceledikten sonra eksiklik bulursa savcıya iade edebilir.
CMK 174’e göre... Örneğin... “suçun ortaya çıkmasına etki edeceği mutlak sayılan bir delil toplanmadan” iddianame düzenlenmişse yargıç iade edebilir.
Mahkeme iddianameyi iade ederse savcılık ne yapıyor?.. Yasanın dediği:
“Cumhuriyet savcısı, iddianamenin iadesi üzerine, kararda gösterilen eksiklikleri tamamladıktan ve hatalı noktaları düzelttikten sonra... yeniden iddianame düzenleyerek dosyayı mahkemeye gönderir...”
Noyan Özkan: “Mahkemenin iddianameyi inceleme ve kabulü aşaması hiç yokmuşçasına iddianamenin pazartesi açıklanacağından söz etmek biraz tuhaf” diyor... Burada yargıca “kabul et” baskısı da seziliyor.
Avukat Turgut Kazan ise yargıcın kabulünün de yetmeyeceğini... İddianamenin ancak duruşmada okunduktan sonra açıklanabileceğini anımsatıyor... Peki pazartesi günü ne açıklanacak? İddianamenin açıklanamayacağı muhakkak... Neyin açıklanacağını pazartesi göreceğiz...