21 Kasım 2008 Cuma

Issız Adam

Issız Adam hakkında: Yüksek dozda spoiler içerir

Issız Adam muhabbeti açıldığında uzaklaşıyordum bugünlerde. Ne eleştirileri okudum ne de hakkında çıkan haberleri. Hiçbir sey bilmeden gitmekti niyetim sinema salonuna. 2005 yazında tek ayak üzerinde yakalamıştı beni Çağan Irmak, Babam ve Oğlum ile. Babasını iki ay önce toprağa vermiş bir babaydım. İlk kez tek başıma seyrettim, ağladım, ikincisinde kalabalıktık yine dayanamadım. Taşranın masumiyeti, usta oyuncular, 70'lerin çocuklarının çektiği acılar... Bizdendi o film. Evde içki, sigara eşliğinde arkadaş grubuyla seyrettiğimde gözünden yaş gelmeyen yakın arkadaşımı da şakayla karışık payladım. "Çağan Irmak tribünlere oynuyor" demişti bana o gece. Unutmadım...

Mustafa Hakkında Herşey, Çağan Irmak'ın Beyaz Türkler'den aldığı intikamdı. İstanbul'u hiçbir zaman sevmediğini anladım o filmden. İstanbul ile bir hesabı vardı Ege'li Çağan'ın. Taşranın çocuklarını başkalaştıran, onların naifliğini, masumiyetlerini elinden alan İstanbul'a kahramanların üzerinden tecavüz ediyordu. Babam ve Oğlum'da politik duruşunu net ifade edemediği yorumlarına pek kulak asmadım. 70'lerin çocuğuydu Çağan, bizdendi, o yaşıyla o dönemi anlatırken ne kadar politik olabilirdi ki? Çocukluk hatıratıydı. İçimizdeki bir dalı yakalamayı başarmış, kah gözyaşı; kah kahkaha ile sulamıştı...

Yönetmen sinemasına inanırım. Sinemada her yeni işin bir öncekinden iyi olmayacağı kuralına da. Bu yüzden büyük beklentilerle gitmedim Issız Adam'a. Babam ve Oğlum'dan sonra illa ki ağlatmıştır diyenler gibi cebime mendil de sıkıştırmadım. Zaten sonbahar, zaten pis puslu içimi titren bir hava var şehirde, ağlayacaksak ağlayacaktık işte...

Bol soslu Cihangir Cumhuriyeti aşk hikayesiyle tribünlere oynamış Çağan Irmak. Yakın dostuma hak verdim. Issız Adam, 80 ve sonrası doğanların yakalayacağı bir film değil. Yaşı 30 üstü olan-50 ve üstünün de vah vah bizim çocukların haline diyeceği- metropol insanına "bak kardeşim bu sensin" tokatı kendince. 20'li yaşlarını yaşayanlar bu filmden geri dönüp ne çıkartırlar hayatlarından bilemem. Bildiğim belki gelecekte kendilerine örecekleri kozaların çok daha sıkı olacağı...

Her türlü önyargılarına, evhamlarına rağmen iyi bir gözlemci Çağan Irmak. 30 yaş üstü bekar metropol erkeklerin aradığı kadın tipini ve bir alt kuşak kadının kendi kuşağında arayıp da bulamadığı, yemiş, yutmuş, kendi ayaklarının üzerinde duran-acaba?-sofistike ve romantik erkek arayışını iyi modellemiş Issız Adam'da. Karakterler klişeler üzerine kurulmuş olsa da, herşey Cihangir Cumhuriyeti'nin yasalarına uygun!

Bütün hikaye de o cumhuriyetin sınırları içinde dönüyor zaten. Seyrederken "senaryoyu Leyla'da yan masalara kulak kabartıp mı yazdı?" acaba diye düşündürüyor insanı. Semtin ilişkileri, semtin insanları, semtin kaybedenleri, semtin yalnızları... İkea aşkları...

Başrollerde yüzleri bilinmeyen isimlere yer vermek akıllıca aynı zamanda tehlikeli de. Bu bir film yoksa Beyoğlu'da çekilmiş bir belgesel mi diye ikileme düşürmüyor değil insanı. Evet bu insanlar aslında kendilerini oynuyorlar, tüm tecrübesizliklerine; kötünün iyisi repliklere rağmen rollerinin altından kalkıyorlar (mı acaba?)...

İki saat boyunca gözlem yeteneğiyle gerekli, gereksiz klişelere boğuyor bizi Çağan Irmak. Alper karakteri inandırıcı değil. Ada sevsin diye yaratılmış sanki. Ada, Alper kadar olmasa da o da boşlukta duruyor. Onu da Alper sevsin diye var etmiş. Kadınlar iyi yemek yapan adamı sever, Alper daha fazlasını yapıyor, şef ve restoran sahibi. Fazla Fransız değil mi? Ya da kaç Mehmet Gürs var memlekette? Restorana gelen yemek yazarı -çok komik çok- ve Michelin yıldızı alacakmış heyecanındaki Alper. İstanbul'u fethettiğini sanan ancak metropolün tecavüz ettiği bakir taşralı Alper. İzmir'li Çağan yine bel altından vuruyor İstanbul'a. Zaten Alaçatı'yı da mahvetti değil mi bu İstanbullular ey İzmirli!
70'lerin 45'liklerini (yakında satışları patlar) dinleyen Alper. Taşranın sıkışmışlığında radyo başında sevdiği şarkıları İstanbul'un sahaflarında arayıp bulan Alper. İşte burada Murathan Mungar kokusu alıyorum filmden. Mardin'li Mungan kokusu. Onun romanı Yüksek Topuklar'da da aynı hayalkırıklığına uğramıştım. O güzelim şiirleri yazan adam, modern zamanlar romanı yazayım derken Akmerkez gözlemciliğine soyunmuş, klişeler arasında son noktayı koymuştu. Kimbilir belki de ondandır bunca yıl ikinciyi yazmaya cesaretinin olmayışı...

İşinde başarılı metropol adamı ve onun boktan hayatı... Yaşadığı şehirde paranın satın alabileceği bütün zevkleri tadan, ilişkilerden kaçan, seks için para ödeyen, seviştikten sonra yatakta sarmayı yakan Alper. Aşkın tarifini seksi inkar ederek yapma çabaları... Yapma canım kardeşim yapma!

Masum suratı ve kadının puştu değil de, piçi zekasıyla her daim Pazar sabahları İstanbul'un bilumum kafelerinde köy kahvaltısı yapabileceğin bir sevgili Ada. Adamın evinde sabah kalktığında önce evi toplayan sonra kahvesini yapan domestik sevgili. İstanbullu ama hala taşralı. Olsun yahu! Alper'i de kahveyi bölüşmeye iten ayrılığın ayak sesleri, bu değil mi zaten?

Ve artık bıktıran; kadınların piç adam tercihi klişesi. Yediği kazıklardan uslanmamış Ada'nın bile bile lades olacağım koşusu... Dijital fotoğraf makinesi yerine analog Pentax kullanan kadınla; cd yerine hala plak dinleyen adamın aşkı. Dijitale yenik düşmeyin, e-mail değil mektup yazın hissiyatı bunlar. İhsan Oktay Anar'dan Puslu Kıtalar Atlası okuyan, sahaflarda ikinci el kitap peşinde koşturan, -yönetmen burada ne anlatmak istiyor dediğim sahnede- yatağının başucunda karakteriyle uyuşmayan çeşitlikte kel alaka kitaplar barındıran Ada.
Mustafa Hakkında Herşey'den sonra tekrara giren kökenlerini inkar etme, utanma klişesi. Memleketten gelen anneyi hor görme, azarlama. Kapı önünde çıkarılan ayakkabılar, entariler, düğün salonu manzaraları, “bu kız gelinim olsun” içsesleri. Çarşı böyle tezahürat yazmadı yahu daha!

Evet belki de hepsi gerçek. Cihangir Cumhuriyeti'nin kütüğüne kaydın yaptırmış binlerce Alper ve Ada var. Birazı da benim, sensin, biziz... İkea'dan döşenmiş evler, masif masalar, her sevişmenin sabahında değiştirilen çarşaflar, Babam ve Oğlum'da Sadık'ın rakı sofrasında “ne oralı olabildim; ne de buralı kalabildim” repliğini hatırlayınca burada da “bak oralı oldun da; ne bok oldun Alper” çığlığı...

Diyorum ya belgesel gibi izledim Issız Adam'ı. Bu şehrin insanlarının birbirlerini rakı sofralarında anlattığı kırık aşk hikayelerinin onda biri bile değil Alper ile Ada'nın aşkı. Şaşırtmıyor, saptırmıyor, en fazla “iç abi, açılırsın” dedirtiyor. Lakin Alper rakı da içmiyor...

Alper ve Ada olacak gibi değildi, olmadı. Alper'in ben ayrılmak istiyorum dediği Ada değil; geçmişiydi. Taşradan gelen dolmayı afiyetle midesine indirmeye hazırlanan Ada'nın lokmasını kursağında bıraktı Alper. Pardon Alper değil İstanbul. Ada, Alper'in annesiyle aynı frekansa girdiğinde ağzına yerli malı şarap koymayan Alper başka bir kanal arıyordu şehrin istasyonlarında. Metropol adamı Alper'in karnı taşralı kızın çocukluğunda yediği dolma hikayelerine toktu. Alper evlenmedi, evliydi zaten, şehrin underground'uyla, kapitalist düzenle çok zaman önce kıymıştı nikahını. Ayrılmak isteyen, teslim olmayan arada bir memleketine dönerdi öyle değil mi?

Herkesin hayatında bir Alper'i, Ada'sı olmuştur elbet... Herkesin bir kırık aşk hikayesi, olmamışlığı, yanlış zamanı... Issız Adam'ı da sevmek için de yeterli nedendir bu zaten. Hele ki Çağan Irmak'ın çizdiği portrelere oturan bir adam ya da kadınsan...

Sinemacılığını "beni ağlatamadı"ya çekmek istemem Çağan Irmak'ın. Beni içine çeken, düşündüren, kanlı bıçaklı dolu dolu bir aşk hikayesi değildi. Ya da filmden bir depresyon hırkası öremedim kendime. Sinemadan çıktım. Hava buz kesmişti, bir sigara yaktım. Evde çocuklar beni bekliyordu, yemeği ben yapacak, emekleyen ufaklığı kaleye koyup büyük oğlanla şut çekecektik. Şükrettim...

Yazı: Aceto Balsamico

Hiç yorum yok: