Extreme ways are back again
Extreme places I didn't know
I broke everything new again
Everything that I'd owned
I threw it out the windows, came along
Extreme ways I know
Will part the colors of my sea
perfect colored me
Extreme ways that help me
That Help me out late at night
Extreme places I had gone
But never seen any light
Dirty basements, dirty noise, dirty places coming through
Extreme worlds alone
Did you ever like it then?
I would stand in line for this
There's always room in life for this
Oh baby, oh baby
then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
like it always does, always does
Extreme sounds that told me
They helped me down every night
I didn't have much to say
I didn't give up the light
I closed my eyes and closed myself
And closed my world and never opened up to anything
That could get me at all
I had to close down everything
I had to close down my mind
Too many things could cut me
Too much can make me blind
I've seen so much in so many places
So many heartaches
So many faces
So many dirty things
You couldn't even believe
I would stand in line for this
It's always good in life for this
10 Ocak 2009 Cumartesi
Moby - Extreme Ways
Ekonomik Kriz Üzerine
Eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez'in krizle ilgili yorumları:
- Küresel kriz daha Türkiye’yi etkilemedi. Krizin etkileri bizde yavaş yavaş üçüncü çeyrekte çıkacak. Esas ağırlığı da dördüncü çeyrekte hissedilecek. Türkiye şu anda kendi inişini yaşıyor. Bu çerçevede bakıp da “Bize bir şey olmaz demenin bir tek izahı olabilir. İnsanlara moral vereyim, moralleri bozulmasın. Ama bu da belki ortalama insanda moral verici etki yapıyor ama daha üst seviyede tüccarda, iş sahibinde, piyasada çalışan insanlarda hükümetin bu sıkıntıyı algılamadığı gibi bir şüphe yaratıyor.
- Benim 2009 için beklentilerim olumsuz... 2008 Türkiye için çok olumsuz geçmedi aslında. Yani dünya ile kıyasladığımız zaman fena geçmedi. Ama 2009’da hem kendi büyümesinin yavaşlamasının etkisini, hem de küresel krizin etkilerini 2009’da bütünüyle hissedecek. Benim tahminim 2008 yılının son çeyreği eksi çıkacak ve 2009 boyunca da ekside gidecek. Yılı yüzde 1,5- 2 eksiyle tamamlayacağımızı tahmin ediyorum. Bu da Türkiye için ciddi bir sorun olacak. İşsizliğin de yüzde 12-13 belki 14 civarına yükseleceğini düşünüyorum.
- Bana sorarsanız şu anda küresel çapta yaşanan kriz hepsinden farklı... Bütün krizlerden hatta. 1929’da şunları bunları yapmıştık, doğruydu şimdi de yaparsak doğru olur diyemeyiz. Çünkü 1929 krizi küresel bir kriz değildi. Küre dediğimiz şeyin yarısı komünistti, sosyalistti, yarısı kapitalistti. Dolayısıyla dünya ilk kez bir küresel kriz yaşıyor. Küba’yı saymazsak, Çin’inden Rusya’sına kadar bir zamanlar kapitalist sistemin dışında kalan ve şu anda sisteme entegre olan ülkeler krizi iliklerine kadar hissediyorlar.
- Türkiye’nin 2001’de yaşadığı kriz farklı. Sonunda aynı yerlere gidebilir ama, başlangıcı farklı. Çünkü Türkiye 2001’de bir finans sektörü krizi yaşadı şimdi tuhaf bir şekilde reel sektör krizi yaşıyor. Bu krizde sorun reel sektörden kaynaklandı. Yani reel sektör müthiş bir talep düşüşüyle karşı karşıya, ürettiği malı satamıyor. Mesela otomotiv sektörüne bakın. Kasım ayında satışların geçen yıla göre yüzde 56 düştüğünü görüyoruz Aralık’ta daha da düşecek. Tekstil zaten çok parlak değildi. Beyaz eşyaya baktığımızda satışlarda müthiş bir durgunluk yaşanıyor. Dolayısıyla reel sektör sıkıntıda. Yani sanayi sıkıntıda. İnşaat sektörü de öyle. Yapılan evler konutlar satılamaz durumda. Ve reel sektör bankalara borçlu, bankalara borçlarını ödeyemez noktaya geliyorlar, bu sefer bankalar sıkılıyor.
- IMF bütün dünyaya farklı şeyler öneriyor, bize farklı şeyler öneriyor diye eleştiriyorum. Mesela Amerika’ya İngiltere’ye Fransa’ya Almanya’ya bütün dünyaya diyor ki; “harcamalarınızı artırın, vergileri düşürün ki talep yaratılsın.” Türkiye’ye gelindiğinde ise “vergileri artırın, harcamaları da azaltın” diyor. Ben buna epeydir kafa yoruyorum. Ekonominin kötüye gittiği yerde kamu harcamalarını artırmak suretiyle insanlara yeni gelir olanakları yaratmak, vergileri indirip harcamaları artırmak lâzım. IMF “bunu yapmayın” diyor Türkiye’ye.
Hükümet yüzde 4’lük büyümeye göre ayarladı 2009 bütçesini. Yüzde 4 falan büyümeyeceğiz. Ben öyle anlıyorum ki IMF, 2009 yılında bütçe açığının hükümetin gösterdiğinden çok daha büyük olacağını tespit ediyor. Yani IMF büyük bir ihtimalle eksi büyüyecek bir bütçede özelleştirme gelirlerinin bu kadar olmayacağı, vergi gelirlerinin bu kadar olmayacağı bir yerde bütçe açığının hükümetin söylediği gibi yüzde 1 değil yüzde 5 olacağını öngörüyor. Onu yüzde 3’e çekebilmek için de herkese söylediğinin tersini söyledi. Tek mantıklı açıklama bu gibi geliyor bana. Aksi takdirde ya IMF delirmiş,Türkiye’ye gelince yanlış şeyler yapıyor ya da bizimkiler IMF’yi razı ettik demek için böyle diyorlar.
- Amerika’da bu iş mortgage kredileriyle başladı. Bizde mortgage kredileri öyle büyük değil, dolayısıyla bizde böyle bir çöküş olmaz demeye getirildi. Fakat iş mortgage ile kalmadı ki, her tarafa sıçradı. Türkiye’de de şu anda mortgage’de kriz yok ki. Bazı fabrikalar üretimlerini durdurdu, bazı fabrikalar işçi çıkartıyorlar, başka önlemler alıyorlar. Bunlar görmezden gelip “bize mortgage yok, bize kriz sıçramaz” demek yanlış. Bizde kriz zaten var. Şu anda dünyada kriz bitse bile Türkiye’de iniş ivmesi devam ettiği sürece kriz var.
- Esnaf bu krizden çok etkilenecek. Esnaf sıkıntıya girerse bu iktidara son verebilir oylarıyla. 2001 yılı sonundaki seçimleri en fazla krizin etkilediğini düşünüyorum. Türkiye müthiş bir kriz yaşadı ve öyle bir sonuç verdi ki, o zamana kadar iktidarda olan merkez sağ-merkez sol partilerin hepsinin bu krizi yarattığını düşündü insanlar. Ve bunları silip attılar, bambaşka tarafa döndüler. Ben bu krizin tahmin ettiğim boyutlara gelirse iktidar değişimine yol açacağını tahmin ediyorum.
- Bunun Amerika’da olması da çok ilginç. Çünkü Amerika, Batılı ülkeler, IMF hep Amerika’yı model alıp diğer ülkelere o modeli uygulamalarını önerdiler. Halbuki orada bir facia çıktı ortaya. Ben biraz daha bu işin küresel düzeyde düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela bankacılık için Basel önlemleri var. Bunun bankacılık dışındaki finans sektörü, hatta reel sektör için de yapılabileceğini düşünüyorum. Çıkış olarak bence fırsat budur. Fırsat, IMF gibi bir kurumu Amerika’dan bağımsız olarak kurmak. Aksi takdirde Amerika bunu empoze ediyor. Amerika’nın modeli iyi olsaydı empoze etsin, ama belli ki kuramamış, bu çıktı ortaya. Dolayısıyla böyle bir kurum kurulup bu kuralların bu denetim sistemlerinin geliştirilip dünyaya yayılması gerekir.
- Küresel kriz daha Türkiye’yi etkilemedi. Krizin etkileri bizde yavaş yavaş üçüncü çeyrekte çıkacak. Esas ağırlığı da dördüncü çeyrekte hissedilecek. Türkiye şu anda kendi inişini yaşıyor. Bu çerçevede bakıp da “Bize bir şey olmaz demenin bir tek izahı olabilir. İnsanlara moral vereyim, moralleri bozulmasın. Ama bu da belki ortalama insanda moral verici etki yapıyor ama daha üst seviyede tüccarda, iş sahibinde, piyasada çalışan insanlarda hükümetin bu sıkıntıyı algılamadığı gibi bir şüphe yaratıyor.
- Benim 2009 için beklentilerim olumsuz... 2008 Türkiye için çok olumsuz geçmedi aslında. Yani dünya ile kıyasladığımız zaman fena geçmedi. Ama 2009’da hem kendi büyümesinin yavaşlamasının etkisini, hem de küresel krizin etkilerini 2009’da bütünüyle hissedecek. Benim tahminim 2008 yılının son çeyreği eksi çıkacak ve 2009 boyunca da ekside gidecek. Yılı yüzde 1,5- 2 eksiyle tamamlayacağımızı tahmin ediyorum. Bu da Türkiye için ciddi bir sorun olacak. İşsizliğin de yüzde 12-13 belki 14 civarına yükseleceğini düşünüyorum.
- Bana sorarsanız şu anda küresel çapta yaşanan kriz hepsinden farklı... Bütün krizlerden hatta. 1929’da şunları bunları yapmıştık, doğruydu şimdi de yaparsak doğru olur diyemeyiz. Çünkü 1929 krizi küresel bir kriz değildi. Küre dediğimiz şeyin yarısı komünistti, sosyalistti, yarısı kapitalistti. Dolayısıyla dünya ilk kez bir küresel kriz yaşıyor. Küba’yı saymazsak, Çin’inden Rusya’sına kadar bir zamanlar kapitalist sistemin dışında kalan ve şu anda sisteme entegre olan ülkeler krizi iliklerine kadar hissediyorlar.
- Türkiye’nin 2001’de yaşadığı kriz farklı. Sonunda aynı yerlere gidebilir ama, başlangıcı farklı. Çünkü Türkiye 2001’de bir finans sektörü krizi yaşadı şimdi tuhaf bir şekilde reel sektör krizi yaşıyor. Bu krizde sorun reel sektörden kaynaklandı. Yani reel sektör müthiş bir talep düşüşüyle karşı karşıya, ürettiği malı satamıyor. Mesela otomotiv sektörüne bakın. Kasım ayında satışların geçen yıla göre yüzde 56 düştüğünü görüyoruz Aralık’ta daha da düşecek. Tekstil zaten çok parlak değildi. Beyaz eşyaya baktığımızda satışlarda müthiş bir durgunluk yaşanıyor. Dolayısıyla reel sektör sıkıntıda. Yani sanayi sıkıntıda. İnşaat sektörü de öyle. Yapılan evler konutlar satılamaz durumda. Ve reel sektör bankalara borçlu, bankalara borçlarını ödeyemez noktaya geliyorlar, bu sefer bankalar sıkılıyor.
- IMF bütün dünyaya farklı şeyler öneriyor, bize farklı şeyler öneriyor diye eleştiriyorum. Mesela Amerika’ya İngiltere’ye Fransa’ya Almanya’ya bütün dünyaya diyor ki; “harcamalarınızı artırın, vergileri düşürün ki talep yaratılsın.” Türkiye’ye gelindiğinde ise “vergileri artırın, harcamaları da azaltın” diyor. Ben buna epeydir kafa yoruyorum. Ekonominin kötüye gittiği yerde kamu harcamalarını artırmak suretiyle insanlara yeni gelir olanakları yaratmak, vergileri indirip harcamaları artırmak lâzım. IMF “bunu yapmayın” diyor Türkiye’ye.
Hükümet yüzde 4’lük büyümeye göre ayarladı 2009 bütçesini. Yüzde 4 falan büyümeyeceğiz. Ben öyle anlıyorum ki IMF, 2009 yılında bütçe açığının hükümetin gösterdiğinden çok daha büyük olacağını tespit ediyor. Yani IMF büyük bir ihtimalle eksi büyüyecek bir bütçede özelleştirme gelirlerinin bu kadar olmayacağı, vergi gelirlerinin bu kadar olmayacağı bir yerde bütçe açığının hükümetin söylediği gibi yüzde 1 değil yüzde 5 olacağını öngörüyor. Onu yüzde 3’e çekebilmek için de herkese söylediğinin tersini söyledi. Tek mantıklı açıklama bu gibi geliyor bana. Aksi takdirde ya IMF delirmiş,Türkiye’ye gelince yanlış şeyler yapıyor ya da bizimkiler IMF’yi razı ettik demek için böyle diyorlar.
- Amerika’da bu iş mortgage kredileriyle başladı. Bizde mortgage kredileri öyle büyük değil, dolayısıyla bizde böyle bir çöküş olmaz demeye getirildi. Fakat iş mortgage ile kalmadı ki, her tarafa sıçradı. Türkiye’de de şu anda mortgage’de kriz yok ki. Bazı fabrikalar üretimlerini durdurdu, bazı fabrikalar işçi çıkartıyorlar, başka önlemler alıyorlar. Bunlar görmezden gelip “bize mortgage yok, bize kriz sıçramaz” demek yanlış. Bizde kriz zaten var. Şu anda dünyada kriz bitse bile Türkiye’de iniş ivmesi devam ettiği sürece kriz var.
- Esnaf bu krizden çok etkilenecek. Esnaf sıkıntıya girerse bu iktidara son verebilir oylarıyla. 2001 yılı sonundaki seçimleri en fazla krizin etkilediğini düşünüyorum. Türkiye müthiş bir kriz yaşadı ve öyle bir sonuç verdi ki, o zamana kadar iktidarda olan merkez sağ-merkez sol partilerin hepsinin bu krizi yarattığını düşündü insanlar. Ve bunları silip attılar, bambaşka tarafa döndüler. Ben bu krizin tahmin ettiğim boyutlara gelirse iktidar değişimine yol açacağını tahmin ediyorum.
- Bunun Amerika’da olması da çok ilginç. Çünkü Amerika, Batılı ülkeler, IMF hep Amerika’yı model alıp diğer ülkelere o modeli uygulamalarını önerdiler. Halbuki orada bir facia çıktı ortaya. Ben biraz daha bu işin küresel düzeyde düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela bankacılık için Basel önlemleri var. Bunun bankacılık dışındaki finans sektörü, hatta reel sektör için de yapılabileceğini düşünüyorum. Çıkış olarak bence fırsat budur. Fırsat, IMF gibi bir kurumu Amerika’dan bağımsız olarak kurmak. Aksi takdirde Amerika bunu empoze ediyor. Amerika’nın modeli iyi olsaydı empoze etsin, ama belli ki kuramamış, bu çıktı ortaya. Dolayısıyla böyle bir kurum kurulup bu kuralların bu denetim sistemlerinin geliştirilip dünyaya yayılması gerekir.
9 Ocak 2009 Cuma
Bahane
Geçen sene 1 ay öncesinde olmuş PKK saldırısını bahane ederek Taksim Meydanı'ndaki yılbaşı eğlencelerini iptal eden İstanbul Büyükehir Belediyesi, bu sene de İsrail saldırıları nedeniyle yine eğlenceleri iptal etti. Bari hepten yapmayacağız deyin de bu kadar bahane beklemenize gerek kalmaz. Aynı belediye gereksiz Lale Festivalini aynı meydanda her sene yapmaktan, paraları bir yerlere akıtmaktan geri kalmaz ama. Ne diyelim; Büyükşehir çalışıyor.
Küçük Amerika-Büyük Türkiye
Yılbaşından önce ABD'yi vuran kar nedeniyle ülkede pekçok kaza olurken, yollar kapanmış, elektrikler kesilmiş, uçuşlar iptal edilmiş; kısacası krizle başedememişler.Daha önce fon dolandırıcılığı ile ilgili bir yazıda Amerika'nın gittikçe Türkiye'ye benzediğini söylemiştik, sanırım bu haber sonrası iyice bu fikir pekişecek.
Yaftalama
Ülkenin tirajı en yüksek olup nedense satışı en düşük! gazetelerinden olan Zaman Gazetesi, gittikçe büyük sorun olmaya başlayan farklılıkların yaftalanmasına karşı bir kampanya açmış. Aşağıdaki resimde iste gazetenin bu kampanya konusunda ne kadar samimi, ötekileştirmeye ne kadar karşı olduklarını görüyorsunuz!!
Yaftalamayın! :)
Yaftalamayın! :)
Seçim Yatırımları
AKP'yi artık kömür, un kesmedi, yeni bombalara başladı.
1- TRT Kürtçe Kanalı: Sadece bir dil için başlı başına bir kanal. Artık ülkede konuşulan diğer diller için de devletimiz kanal açsın, para bol zaten, devletin dili de Türkçe değil nasılsa..
2- Nazım Hikmet'e Türk Vatandaşlığının Geri Verilmesi: Bununla ilgili yorumumuzun bir kısmını bir önceki postta yapmıştık. Merak ettiğim, acaba bu icraat nedeniyle AKP'ye oy verecek solcu var mıdır? Varsa, bu insana ne kadar solcu denir?
3- Madımak Otel'in Kitapçı Yapılması: Sivas katliamında 37 aydına mezar olan Madımak Otel'e sonunda biricik iktidarımız el koydu, ve kebapçı olmasından vazgeçilerek ortaya karışık bir şekilde "kitapçı" yapılmasına karar verdi. Artık bol bol iktidar ve Fettullah yanlısı yayın satarlar.
1- TRT Kürtçe Kanalı: Sadece bir dil için başlı başına bir kanal. Artık ülkede konuşulan diğer diller için de devletimiz kanal açsın, para bol zaten, devletin dili de Türkçe değil nasılsa..
2- Nazım Hikmet'e Türk Vatandaşlığının Geri Verilmesi: Bununla ilgili yorumumuzun bir kısmını bir önceki postta yapmıştık. Merak ettiğim, acaba bu icraat nedeniyle AKP'ye oy verecek solcu var mıdır? Varsa, bu insana ne kadar solcu denir?
3- Madımak Otel'in Kitapçı Yapılması: Sivas katliamında 37 aydına mezar olan Madımak Otel'e sonunda biricik iktidarımız el koydu, ve kebapçı olmasından vazgeçilerek ortaya karışık bir şekilde "kitapçı" yapılmasına karar verdi. Artık bol bol iktidar ve Fettullah yanlısı yayın satarlar.
Popülizmin, Seçim Yatırımının Böylesi
AKP seçim yatırımlarına Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığına geri alınmasını eklerken, yapılan ortayı gole çevirmek isteyen AKP İzmir İl Teşkilatı Taraf gazetesine tam bir sayfalık çarşaf gibi ilan vererek mezarının İzmir'e getirilmesine talip olduklarını açıkladılar. Bir insanın ölüsü üzerinden siyaset yapma kavramını da getirdiler memlekete,tebrik ederiz. Hayır bir de gazeteye tam sayfa ilan vermek nedir? Adamın cennetten anca bir sayfalık ilanı görebileceğini mi düşünüyorlar?:)
Bu arada hangi gazete?? "Taraf"; hani şu AKP ile kavgalı olduğu söylenen kukla gazete..
Bu arada hangi gazete?? "Taraf"; hani şu AKP ile kavgalı olduğu söylenen kukla gazete..
Ehliyeti Bakkaldan Mı Aldın?
Helal Olsun
Ergenekon davasının 6 Ocak'taki duruşmasında soruşturma savcılarından Nihat Taşkın’ın Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emin Gürses’e, 23 Ocak 2008 tarihinde kendisini arayan bir kişinin “Hocam seni daha almadılar mı?” diye sorduğunu Gürses’in buna cevap olarak “Alanın da a... koyayım almayanın da a... koyayım” dediğini belirtince Gürses, sorunun sonunu beklemeden, “Korum” dedi.
Bizim için de hocam!
Bizim için de hocam!
4 Ocak 2009 Pazar
Gattuso
Gattuso tank gibi adam öyle değil mi? Ameliyat masasında bile ispatlamış bunu. Diz bağlarından operasyonu yapan Marc Martens. Ameliyatta Martens'in kemik üzerinde çalıştığı alet kırılmış. Asistanı bunun ilk kez olduğunu ve Gattuso'nun kemiğinin çok sert olduğunu söylüyor. Gattuso'nun diz bağları kopup 80 dakika daha oynamasına ise doktorunun getirdiği açıklama şudur: Onun kadar güçlü kasları olan futbolcu azdır. O kaslar 80 dakika sahada taşıdı onu...
Stad
"İngiltere'de stadyumlar oksilasyon-birbirine dik- iken neden italya'da curve -içe eğimli- yapıdadır?
Bilakis İtalyan mimarisi yahut şehir yapılanması birbine dik gridler şeklinde, sert keskin uçlu iken neden stadyumları kolezyum şeklindedir?"
İngiltere'de futbol mahalli tarz bir yaklaşımı hep içinde barındırmıştır, yani kraliyetden biri birgün senatoya gidip "haşmetmeap bu futbol oyunun tüm ülkede yaygınlaşmasını istiyor" lafı her ne kadar gerçeklememiş olsa da futbolun ülke çapında yaygınlaşması epey bir süre almıştır. Bu süre kitaplarda "1812-1874" arası diye geçer. Küsüratlı yazdım salladığım anlaşılmıyor burdan bakınca.
Şaka bir yana, evet futbol mahalli (lokal) düzeyde oynanırken stadyumlar yoktu bunun yerine yaklaşık %15 eğimli toprak-kiltaşı karışımı tepecikler yapılarak oturma düzeni sağlanıyordu. Ama bir sor bana "neden bu tepecikler futbol sahasının hemen bitiminde başlıyordu ve neden bu tepecikler sahayı tam dikdörtgen şeklinde sarıyordu?" Bu sorunun cevabını yazının soruna bırakalım. Zira "abi ingilteredeki stadlar çok güzel, adamlar resmen boncuk gibi dizilmişler ehehe" adamcıklarını kötü bir süpriz bekliyor.
Stadyum mimarisini, çalıştırılan kölelerin kolezyum açılış törenine yetişemeyecek kadar ağır şartlarda çalışmış olmasını, o stadyumların yahut kolezyumların bugün ülkelerin birer ikonu olarak görülmesi bir yana, şöyle ortak bir kanıya varmamız olası; Stadyumlar dönemin ideolojisinin birer resmidir. Biraz açmak gerekirse şunları söyleyebiliriz; örneğin En meşhur kolzeyum olan Romadaki Flavianus Amphitheatre'su saf mermer taşından yapılmıştır. Sıvası ve tutucu donatıları ise bugünün modern çimentosu kadar sayılmasa da yine onun kadar sağlam bir malzemeyle tutturulmuştur. Ama bizi ilgilendiren konu kolezyumun neden oval olduğudur. İşte burda bize ideoloji yardımcı oluyor; Monarşi. Monarşinin rengini bilemem ama şekli ovaldır. Kral'ın zaten sömürdüğü halkın karşısına heryerden görülebilir bir biçimde geçmesi, monarş ve halkın onu adeta teokratik bir lider haline getirmesi Matta İncilinde bile tasvir edilmiştir.
Az öncede belirtmiştik ki mermer taşının yapılarda kullanılmasının en iyi yanı onun yıllar sonu yine aynı basınç altında kaldığı bir ortamda sünmemiş olmasıdır, bunun için de yapıyı simetrik dörtgen şeklinde yaparsak sağlayabiliriz. Ancak klasik Roma mukavemet anlayışı bu olduğu halde yeni yapılarının dörtgen yahut kampüs tarzı donatılarla süslü olması bizi bugün mühendislik anlamında çok ileri götürmemiştir. Önemli olan o dönem kolezyon tarzı yapının yapılabilme ihtimali idi, zira uzay matematiği o dönemde oval geometrinin getirebileceği inşaat sorunlarını görmezden gelemez idi. Sözün özü şu; O dönemde böylesine devasa oval bir yapıyı yapmanın tek amacı monarşinin güçlenmesi, halkın krala karşı saygısının artması idi. İnşaatta oval bir yapıyı mermer taşlarla yapmanın sorun doğuracağı, inşaat sırasında kaç tane kölenin öleceği sorun değildi anlayacağınız. Aslında biraz sorun oldu da diyebiliriz; Zira Vespasianus tarafından başlayıp tam 18 yıl sonra Titus zamanında bitirilmiştir. Titus biraz çakallık yapmış gibi, proje benim isyanımdı diye o dönemin tabloid gazetelerine röportaj vermişliği vardır, gibi.
İşi sulandırmanın bir anlamı yok, zira sırada Adolf Hitler var. Yukardaki resim(ikinci resim) Hitler dönemine ait. Şimdi şöyle bir bakın resme, neler görüyorsunuz? İpucu veriyorum, Adolf Hitler, Düsseldorf, Parti toplantısı.
Hah! Faşizm, doğru gözlem.
Ülkede o kadar stad varken, Adolf Hitler'in o dönem üç tane antik-tiyaro yaptırma isteğini nasıl açıklayabilirsiniz? Faşizmin rengini bilmiyorum ama şekli kesinlikle hilal olurdu herhalde. Zira Kral-Başkan-hükümdarın parlementoya yahut askerlerine hitabet şekli ancak böyle olabilirdi. Yani bir taraftarda Kral-komutan bir tarafta ona inananlar.
Gelelim İngiltere'ye ve sorumuzun cevabına. Size o dönem maçların takımlar arası rekabet değil de, sanayi devrimi sayesinde zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olduğu bir ülkede sadece fakirlerin maç sonunda dağıtılan 3-5 patates için maçlara gittiğini söylesem, ve hakemlerin sahada oynanan oyuna değil de insanları kraliyet adına o çimenli tepeciklerde boncuk gibi düzmek ve fazladan patates almalarını engellemek için orada bulunduklarını iddia etsem;
Ne düşünürsünüz?
Sanırım İngiltere'deki yönetim biçiminin o dönemki yönetim şekli dikdörtgen idi, tıpkı bizim futbola sadece dikdörtgen bir televizyondan bakıp ahkam kesmemiz gibi. Galiba.
Bilakis İtalyan mimarisi yahut şehir yapılanması birbine dik gridler şeklinde, sert keskin uçlu iken neden stadyumları kolezyum şeklindedir?"
İngiltere'de futbol mahalli tarz bir yaklaşımı hep içinde barındırmıştır, yani kraliyetden biri birgün senatoya gidip "haşmetmeap bu futbol oyunun tüm ülkede yaygınlaşmasını istiyor" lafı her ne kadar gerçeklememiş olsa da futbolun ülke çapında yaygınlaşması epey bir süre almıştır. Bu süre kitaplarda "1812-1874" arası diye geçer. Küsüratlı yazdım salladığım anlaşılmıyor burdan bakınca.
Şaka bir yana, evet futbol mahalli (lokal) düzeyde oynanırken stadyumlar yoktu bunun yerine yaklaşık %15 eğimli toprak-kiltaşı karışımı tepecikler yapılarak oturma düzeni sağlanıyordu. Ama bir sor bana "neden bu tepecikler futbol sahasının hemen bitiminde başlıyordu ve neden bu tepecikler sahayı tam dikdörtgen şeklinde sarıyordu?" Bu sorunun cevabını yazının soruna bırakalım. Zira "abi ingilteredeki stadlar çok güzel, adamlar resmen boncuk gibi dizilmişler ehehe" adamcıklarını kötü bir süpriz bekliyor.
Stadyum mimarisini, çalıştırılan kölelerin kolezyum açılış törenine yetişemeyecek kadar ağır şartlarda çalışmış olmasını, o stadyumların yahut kolezyumların bugün ülkelerin birer ikonu olarak görülmesi bir yana, şöyle ortak bir kanıya varmamız olası; Stadyumlar dönemin ideolojisinin birer resmidir. Biraz açmak gerekirse şunları söyleyebiliriz; örneğin En meşhur kolzeyum olan Romadaki Flavianus Amphitheatre'su saf mermer taşından yapılmıştır. Sıvası ve tutucu donatıları ise bugünün modern çimentosu kadar sayılmasa da yine onun kadar sağlam bir malzemeyle tutturulmuştur. Ama bizi ilgilendiren konu kolezyumun neden oval olduğudur. İşte burda bize ideoloji yardımcı oluyor; Monarşi. Monarşinin rengini bilemem ama şekli ovaldır. Kral'ın zaten sömürdüğü halkın karşısına heryerden görülebilir bir biçimde geçmesi, monarş ve halkın onu adeta teokratik bir lider haline getirmesi Matta İncilinde bile tasvir edilmiştir.
Az öncede belirtmiştik ki mermer taşının yapılarda kullanılmasının en iyi yanı onun yıllar sonu yine aynı basınç altında kaldığı bir ortamda sünmemiş olmasıdır, bunun için de yapıyı simetrik dörtgen şeklinde yaparsak sağlayabiliriz. Ancak klasik Roma mukavemet anlayışı bu olduğu halde yeni yapılarının dörtgen yahut kampüs tarzı donatılarla süslü olması bizi bugün mühendislik anlamında çok ileri götürmemiştir. Önemli olan o dönem kolezyon tarzı yapının yapılabilme ihtimali idi, zira uzay matematiği o dönemde oval geometrinin getirebileceği inşaat sorunlarını görmezden gelemez idi. Sözün özü şu; O dönemde böylesine devasa oval bir yapıyı yapmanın tek amacı monarşinin güçlenmesi, halkın krala karşı saygısının artması idi. İnşaatta oval bir yapıyı mermer taşlarla yapmanın sorun doğuracağı, inşaat sırasında kaç tane kölenin öleceği sorun değildi anlayacağınız. Aslında biraz sorun oldu da diyebiliriz; Zira Vespasianus tarafından başlayıp tam 18 yıl sonra Titus zamanında bitirilmiştir. Titus biraz çakallık yapmış gibi, proje benim isyanımdı diye o dönemin tabloid gazetelerine röportaj vermişliği vardır, gibi.
İşi sulandırmanın bir anlamı yok, zira sırada Adolf Hitler var. Yukardaki resim(ikinci resim) Hitler dönemine ait. Şimdi şöyle bir bakın resme, neler görüyorsunuz? İpucu veriyorum, Adolf Hitler, Düsseldorf, Parti toplantısı.
Hah! Faşizm, doğru gözlem.
Ülkede o kadar stad varken, Adolf Hitler'in o dönem üç tane antik-tiyaro yaptırma isteğini nasıl açıklayabilirsiniz? Faşizmin rengini bilmiyorum ama şekli kesinlikle hilal olurdu herhalde. Zira Kral-Başkan-hükümdarın parlementoya yahut askerlerine hitabet şekli ancak böyle olabilirdi. Yani bir taraftarda Kral-komutan bir tarafta ona inananlar.
Gelelim İngiltere'ye ve sorumuzun cevabına. Size o dönem maçların takımlar arası rekabet değil de, sanayi devrimi sayesinde zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olduğu bir ülkede sadece fakirlerin maç sonunda dağıtılan 3-5 patates için maçlara gittiğini söylesem, ve hakemlerin sahada oynanan oyuna değil de insanları kraliyet adına o çimenli tepeciklerde boncuk gibi düzmek ve fazladan patates almalarını engellemek için orada bulunduklarını iddia etsem;
Ne düşünürsünüz?
Sanırım İngiltere'deki yönetim biçiminin o dönemki yönetim şekli dikdörtgen idi, tıpkı bizim futbola sadece dikdörtgen bir televizyondan bakıp ahkam kesmemiz gibi. Galiba.
En Yakın Deplasman
Yer İskoçya. Alıştığımız Glasgow değil Dundee derbisi. Dundee-Dundee United. Bu derbiyi dünyanın en ilginçlerinden birisi yapan stadların durumu. Yukarıdaki resim alt alta iki farklı resim değil. Aynı resim. Uzak tarafta görülen Dundee United'ın 17,000 kişilik stadı Tannadice Park. Ön tarafta görülen ise FC Dundee'nin 11.500 kişilik stadı Dens Park. İkisinin de adresi aynı sokakta. Sandeman Street. Derbilerde rakip tribüne yabancı madde atmak için stada gitmeye gerek yok. Maç hangi stadda oynanıyorsa öbürüne gidip oradan sallasanız diğer stada ulaşır zaten. 144,000 kişilik bir şehir Dundee United'ın stadı 1882'de Dundee'nin ki 1899'da yapılmış. Dundee United'lı yaşlı teyzeler "gidin kapınızın önünde oynayın" diyememiş tabi. 150 metre uzağa öbür stadı dikmişler. Bu iki takım eğer Euro 2008'i düzenleme hakkını İskoçya kazanabilseydi yeni yapılacak bir stada geçip ortak olarak kullanacaklardı. Ancak organizasyon İsviçre-Avusturya'ya gidince Avrupa futbolunun en ilginç derbilerinden birisine ev sahipliği yapmaya devam ediyorlar. Tabi benim de sorasım geliyor alttaki Google Earth görüntüsüne bakıp. Yeriniz mi dar yoksa, yeriniz mi dar, ne var?
En Uzak Deplasman
Gittiğiniz en uzak deplasman hangisi? Erzurumspor? Vanspor? Hadi işinizi kolaylaştırayım Avrupa Kupaları da dahil. Fenerbahçe-B36 Torshavn ile eşleştiğinde, İstanbul'dan Faroe Adaları'ndaki Gundadalur Stadyumu'na gidenler bu soruya daha bir güvenle cevap verirler tahminim. Yıllardır deplasman yolculuğu ve bununla ilgili hikayeler anlatanlar, bu yolculukları anlata anlata bitiremezler, taraftarların en fazla akılda kalan anıları bu deplasman hikayelerinde çıkar ortaya. Zira takımı uzak diyarlarda yalnız bırakmamak bir başka övünç kaynağı ve taraftarlık sevdasının gereğidir. Bu yüzden uzak mesafeleri kat etmek hep o sevdaya biraz daha bulaştığımızın bir göstergesidir. Bütün bunları bir de Rusya 1. Ligi'ndeki FC Ska-Energiya Khabarovsk ve FC Baltika Kaliningrad takımının taraftarlarına sorun bakalım.
ukarıdaki haritada Rusya 1. Ligi'nde mücadele eden takımların, lokasyonlarının işaretlendiği harita var. Yukarıdaki iki takımın ismini arayalım beraber. Baltika Kaliningrad için en kuzey batı noktadaki adaya, Energiya Khabarovsk içinse en güney doğu noktasına bakalım. Bu 2 takım aynı ligde mücadele ediyorlar ve aralarında tam 8.000 km var. Bir fikir vermesi açısından söyleyelim 8 tane Türkiye var yani. Dünya futbol tarihinde bir rekor bu. Aynı ligde oynayan iki takımın birbirleriyle oynamak için katettikleri mesafe açısından. Rusya 2. Ligi'nde benzer sorunlardan kaçınmak için takımlar 2 hafta kendi evlerinde 2 hafta deplasmanda mücadele ediyorlar, ama bu hadisenin önemini ortadan akldırmıyor. Baltika'nın sorunu Energiya'ya göre çok fazla değil, zira diğer takımlar genelde Rusya'nın batısında yer alıyorlar. Ama Energiya kiminle karşılaşsa çok büyük bir mesafeyi kat etmek zorunda. Yani işi espriye vurursak deplasmana trenle gitmeye kalksan salı gününden yola çıkmak zorundasın. Deplasmandan dönene kadar da lig biter zaten. Baltika bu seneyi 7., Energiya 9. sırada bitirdi. Yani gelecek sezon 2 kez 8.000 kilometre tekrar kat edilecek. Tam 11 saat dilimi.
ukarıdaki haritada Rusya 1. Ligi'nde mücadele eden takımların, lokasyonlarının işaretlendiği harita var. Yukarıdaki iki takımın ismini arayalım beraber. Baltika Kaliningrad için en kuzey batı noktadaki adaya, Energiya Khabarovsk içinse en güney doğu noktasına bakalım. Bu 2 takım aynı ligde mücadele ediyorlar ve aralarında tam 8.000 km var. Bir fikir vermesi açısından söyleyelim 8 tane Türkiye var yani. Dünya futbol tarihinde bir rekor bu. Aynı ligde oynayan iki takımın birbirleriyle oynamak için katettikleri mesafe açısından. Rusya 2. Ligi'nde benzer sorunlardan kaçınmak için takımlar 2 hafta kendi evlerinde 2 hafta deplasmanda mücadele ediyorlar, ama bu hadisenin önemini ortadan akldırmıyor. Baltika'nın sorunu Energiya'ya göre çok fazla değil, zira diğer takımlar genelde Rusya'nın batısında yer alıyorlar. Ama Energiya kiminle karşılaşsa çok büyük bir mesafeyi kat etmek zorunda. Yani işi espriye vurursak deplasmana trenle gitmeye kalksan salı gününden yola çıkmak zorundasın. Deplasmandan dönene kadar da lig biter zaten. Baltika bu seneyi 7., Energiya 9. sırada bitirdi. Yani gelecek sezon 2 kez 8.000 kilometre tekrar kat edilecek. Tam 11 saat dilimi.
10 Dövüş Filmi Klişesi
1-Kardeş veya en iyi arkadaş intikamı: Şimdi adamın dövüşçü olması lazım. Ama onu gaza getirecek bir şey gerek. Ne yapalım? Kardeşi varsa kardeşi, yoksa kuzeni, yoksa arkadaşını öldürelim, sakat bırakalım, hadım edelim. Felsefe budur. Filmin başında en iyi arkadaş feci şekilde dayak yer. Van Damme filmlerinde genelde bu dayağın sonunda ölmez sakat kalırlar. Ama örneğin Apollo yağlarımızı eriten şekilde ölmüştür. Cenaze sahnesinde evde halay çektiğimizi bilirim. Sen koskoca Sovyet ekolüne karşı Amerikan bayrağını don yap, Living In America'yla şebeklik yap. Alırsın James Brown'ın sol....neyse
2-Karizmatik uzakdoğulu hoca: Karate Kid'de Bay Miyagi, Kan Sporu'nda Tanaka Hoca, Dövüşçü'de Chow hoca, Kill Bill'de Pai Mei. Hepsi uzak doğuludur. Dengeli beslenen ve sakin sessiz adamlardır. Az ama öz konuşurlar. Disiplinlidirler ve imkansız eğitim teknikleri vardır. Film boyunca karizmalarını bozup şebeklik yaptıkları 1-2 sahne bulunur. En önemlisi de psikopata bağladılar mı adamın gözünü bile çıkarırlar. O yüzden dikkatli olunması lazımdır.
3-Baş kahramanın takıldığı kız: Bu gittiği ülkedeki uzak doğulu kız olur, hiç işi gücü yokmuş gibi dövüşleri izlemeye gelen Amerikalı kız olur, eskiden gelen bir kız arkadaş olur ama hep olur. Bunlar genelde yukarıdaki karizmatik hocayla da esprili muhabbetler yaparlar ama onunla pek diyaloğa girmezler. Asıl fonksiyonları bir sahnede sevişmek ve olursa esas oğlanı gaza getirmek için rakibi tarafından kaçırılmak hatta tecavüze uğramaktır. Filmin sonuna doğru bir anda Orhan Ayhan kesilip son dövüş öncesi bizim elemana taktik bile verirler.
4-Gün batımındaki eğitim: Bu sahneyi kullanmayan filme ben dövüş filmi demem ki koskoca Tarantino bile Kill Bill'de kullanmıştır. Akşam saatleri. Çekirge ve hoca bir tepeye çıkar. Orada gün batarken 2 tane gölge güneşin kayboluşu eşliğinde "hiyaa hot huyt" şeklinde zaman zaman da nefes alıp nefes verme egzersizleri yaparlar. Gün batımında antrenman yapmamış bir adamın muvaffak olması mümkü değildir.
5-Hayal sahnesi: Bizim esas oğlanın arkadaşı ölür veya sakat kalır demiştik ya. Neyse bu o gazla antrenmana veya bir turnuva durumu varsa turları geçmeye devam eder. Derken bir gece eve dönerken otobüste veya kendi arabasında arkadaşını tekaüte ayıran rakibinin hayalini görür. Olmadı tam arkadaşının dayak yediği anlar canlanır. Bir de otobüste birisini o düşmanına benzetir. Bir döner..meğersem 80 yaşında çinli kadınmış...ne klişeymiş be arkadaş?...Bunu Rocky bile "No Easy Way Out" şarkısı eşliğinde dördüncü filmde kullanmıştır.
6-Çömezlikten ustalığa: Bizim eleman eğitim için karizmatik hocanın yanına gelir. Bir bakarız ki seviyesi beginner bile değildir. Hemen orda hoca buna bir kaç hareket çeker ve "savunman berbat", "öğrenmen gereken çok şey var", "siz amerikalılar sadece savaştan anlarsınız" gibi aşağılayıcı sözler kullanırlar. Hatta 2. Dünya Savaşı'ndan gelen bir garezleri varsa bir de 1-2 tane de patlatırlar. Bizimki sinirlenir ama saygıda kusur etmez. 3 ay sonra Ken'le Ryu'dan daha iyi dövüşür hale gelir. Ne hızlandırılmış kursmuş be birader.
7-Önce dayak yeme: Bunca yıllık film izleyicisiyim. Final dövüşünde önce dayak yemeden rakibini doğrudan döven adam görmedim. Gerçek hayatta böyle mi? Değil. Gecenin bir yarısı Mike Tyson maçı için kalkıp 50 saniye sonra gelen nakavt sonucu yine yattığımı bilirim. İlla dayak mı yiyeceksiniz başta? Van Damme yemiştir, Karate Kid yemiştir, Bruce Lee yemiştir, Rocky yemiştir, Battal Gazi yemiştir, herkes yemiştir. Mazlum musun arkadaş. Mazlum'u getirin bana.
8-Gaz şarkı: Bu şarkı genelde filmlerin bitişi ile birlikte jenerik akarken duyulurlar. Yukarıda saydığımız filmlerin hepsinde kullanılmıştır ki benim için en iyisi Survivor'dan Rocky Balboa, Sovyetler Birliği'ne uçakla inerken çalan "Burning Heart" ve Kan Sporu'ndaki "Fight To Survive"dır. Genelde 80'lerin havasını yansıtırlar ve şarkı sözleri hep bir felsefe içerir. Filmin içinde de genelde antrenman sahnelerinden birinde çalarak bizi havaya sokarlar.
9-Acaip teknikli dövüşçü: Bu tipler her komite filminde vardır. Afrikalı olur, Singapur'lu olur, Alaska'lı olur, Hintli olur, Papua'lı olur. Ama dövüş teknikleri hep farklıdır. Kimi zıplaya zıplaya dövüşür, kimisi acaip elbiseler giyer, kimisi dört ayak üstünde dövüşür. Hep 1-2 tur geçerler ki seyirciye "bak adamla dalga geçtik milletin defterini dürdü" dedirtilsin. Ama sonunda çeyrek finale kalmadan elenirler.
10-3 film birdenin ilk filmi olma: İşte bu klişe flmin kendisinin değil 80'ler sinema salonlarının klişesidir. 3 film birden kuşağına seyirciye adrenalin enjekte etmek için ilk önce 6. sınıf bir uzakdoğu dövüş filmi gösterilir. Vücuda kan pompalanır. Sonra da son 2 filmde o enerji gerekli yerlere yansıtılır. Topkapı Sur, Kadıköy Hakan, Ümraniye Ocak gibi sinemaların değişmez taktiği olmuştur bu. Ancak bu izleyici kitlesinde öyle isimler vardır ki daha karate filminde fermuarları çözerler. O derece konuya hakimdirler.
2-Karizmatik uzakdoğulu hoca: Karate Kid'de Bay Miyagi, Kan Sporu'nda Tanaka Hoca, Dövüşçü'de Chow hoca, Kill Bill'de Pai Mei. Hepsi uzak doğuludur. Dengeli beslenen ve sakin sessiz adamlardır. Az ama öz konuşurlar. Disiplinlidirler ve imkansız eğitim teknikleri vardır. Film boyunca karizmalarını bozup şebeklik yaptıkları 1-2 sahne bulunur. En önemlisi de psikopata bağladılar mı adamın gözünü bile çıkarırlar. O yüzden dikkatli olunması lazımdır.
3-Baş kahramanın takıldığı kız: Bu gittiği ülkedeki uzak doğulu kız olur, hiç işi gücü yokmuş gibi dövüşleri izlemeye gelen Amerikalı kız olur, eskiden gelen bir kız arkadaş olur ama hep olur. Bunlar genelde yukarıdaki karizmatik hocayla da esprili muhabbetler yaparlar ama onunla pek diyaloğa girmezler. Asıl fonksiyonları bir sahnede sevişmek ve olursa esas oğlanı gaza getirmek için rakibi tarafından kaçırılmak hatta tecavüze uğramaktır. Filmin sonuna doğru bir anda Orhan Ayhan kesilip son dövüş öncesi bizim elemana taktik bile verirler.
4-Gün batımındaki eğitim: Bu sahneyi kullanmayan filme ben dövüş filmi demem ki koskoca Tarantino bile Kill Bill'de kullanmıştır. Akşam saatleri. Çekirge ve hoca bir tepeye çıkar. Orada gün batarken 2 tane gölge güneşin kayboluşu eşliğinde "hiyaa hot huyt" şeklinde zaman zaman da nefes alıp nefes verme egzersizleri yaparlar. Gün batımında antrenman yapmamış bir adamın muvaffak olması mümkü değildir.
5-Hayal sahnesi: Bizim esas oğlanın arkadaşı ölür veya sakat kalır demiştik ya. Neyse bu o gazla antrenmana veya bir turnuva durumu varsa turları geçmeye devam eder. Derken bir gece eve dönerken otobüste veya kendi arabasında arkadaşını tekaüte ayıran rakibinin hayalini görür. Olmadı tam arkadaşının dayak yediği anlar canlanır. Bir de otobüste birisini o düşmanına benzetir. Bir döner..meğersem 80 yaşında çinli kadınmış...ne klişeymiş be arkadaş?...Bunu Rocky bile "No Easy Way Out" şarkısı eşliğinde dördüncü filmde kullanmıştır.
6-Çömezlikten ustalığa: Bizim eleman eğitim için karizmatik hocanın yanına gelir. Bir bakarız ki seviyesi beginner bile değildir. Hemen orda hoca buna bir kaç hareket çeker ve "savunman berbat", "öğrenmen gereken çok şey var", "siz amerikalılar sadece savaştan anlarsınız" gibi aşağılayıcı sözler kullanırlar. Hatta 2. Dünya Savaşı'ndan gelen bir garezleri varsa bir de 1-2 tane de patlatırlar. Bizimki sinirlenir ama saygıda kusur etmez. 3 ay sonra Ken'le Ryu'dan daha iyi dövüşür hale gelir. Ne hızlandırılmış kursmuş be birader.
7-Önce dayak yeme: Bunca yıllık film izleyicisiyim. Final dövüşünde önce dayak yemeden rakibini doğrudan döven adam görmedim. Gerçek hayatta böyle mi? Değil. Gecenin bir yarısı Mike Tyson maçı için kalkıp 50 saniye sonra gelen nakavt sonucu yine yattığımı bilirim. İlla dayak mı yiyeceksiniz başta? Van Damme yemiştir, Karate Kid yemiştir, Bruce Lee yemiştir, Rocky yemiştir, Battal Gazi yemiştir, herkes yemiştir. Mazlum musun arkadaş. Mazlum'u getirin bana.
8-Gaz şarkı: Bu şarkı genelde filmlerin bitişi ile birlikte jenerik akarken duyulurlar. Yukarıda saydığımız filmlerin hepsinde kullanılmıştır ki benim için en iyisi Survivor'dan Rocky Balboa, Sovyetler Birliği'ne uçakla inerken çalan "Burning Heart" ve Kan Sporu'ndaki "Fight To Survive"dır. Genelde 80'lerin havasını yansıtırlar ve şarkı sözleri hep bir felsefe içerir. Filmin içinde de genelde antrenman sahnelerinden birinde çalarak bizi havaya sokarlar.
9-Acaip teknikli dövüşçü: Bu tipler her komite filminde vardır. Afrikalı olur, Singapur'lu olur, Alaska'lı olur, Hintli olur, Papua'lı olur. Ama dövüş teknikleri hep farklıdır. Kimi zıplaya zıplaya dövüşür, kimisi acaip elbiseler giyer, kimisi dört ayak üstünde dövüşür. Hep 1-2 tur geçerler ki seyirciye "bak adamla dalga geçtik milletin defterini dürdü" dedirtilsin. Ama sonunda çeyrek finale kalmadan elenirler.
10-3 film birdenin ilk filmi olma: İşte bu klişe flmin kendisinin değil 80'ler sinema salonlarının klişesidir. 3 film birden kuşağına seyirciye adrenalin enjekte etmek için ilk önce 6. sınıf bir uzakdoğu dövüş filmi gösterilir. Vücuda kan pompalanır. Sonra da son 2 filmde o enerji gerekli yerlere yansıtılır. Topkapı Sur, Kadıköy Hakan, Ümraniye Ocak gibi sinemaların değişmez taktiği olmuştur bu. Ancak bu izleyici kitlesinde öyle isimler vardır ki daha karate filminde fermuarları çözerler. O derece konuya hakimdirler.
Futbol, Din, Kan
Nesnel tarihte futbolla ilgili geçmiş bilgiler çok fazla değildir. Kömür işçilerinin sendika düşmanlıklarından tutun da, çoraplarını birleştirerek oynayan Aztek yerlileri, kafasını kestiği düşmanının rezil olması için sokakta ayaklarla dolaştırılan kelle efsaneleri ile doludur.
Peki hangisi doğrudur? Ya da sen hangisini kabul ediyorsun?
Hey! diye bağırıyor arkamdan biri. Yarım saat boş boş konuşup kendisine bira ısmarlatacak bir tip sanıyorum kendisini, pek umursamıyorum.
Siz İngilizler diyor, buraya gelip bunları okuyup maçın devre arasında koşup hotdog sırasına girmeyi nasıl başarıyorsunuz anlamıyorum, benim babam zoraki iskanla gidip Fratton parkta çalıştırılmıştı, sonuç ne oldu biliyor musun "ölüm" diyor. O an arkamı dönüp gülümsüyorum ona.
Anlatmaya başlıyor Mr. Mattock. O zor Gal lehçesini çözmek yerine yüzündeki acı ve nefreti izliyorum bir süreliğine. Anlatıkça dinliyor, dinledikçe daha çok şaşırıyorum.
Futbolun İngiltere gerçeği esasında hiçbir kitapta bulunmayan acılarla dolu. Endüstriyel dönemin getirdiği gelir dağılımının uçurumlaşmasının bir sonucu ortaya Kraliyet'in çıkardığı bir oyundur aslında Futbol. Kabul, olayı bu kadar basite indirgemek şu an milyarlarca dolarlık bir endüstriyi görmezlikten gelmek değil aslında, tıpkı 40'lı yıllarda yeni kurulan bir cumhuriyette okullarda okutulan tarih müfredatında 700 yıllık bir imparatorluğu görmezlikten gelmek gibi bir duruma benziyor bu. Acı geçmişi unutmak istemek, geleceğe umutla bakmayı istemek gibi.
Acılar,Umut ve Korkular..
Hiçbir devrim yahut ihtilal kansız olmamıştır. Özellikle 1800'li yıllardaki Gal, İrlanda, İskoçyalıların İngiliz kraliyetine karşı hissetikleri gibi.
Top tüfeğin geçerliliğini yitirmeye başladığı Buhar devriminde üniter devletlerin halkına daha çok eğlence vaat etmesi gerekiyordu. Bu durumu Antik Helen ve Roma devrinde görebiliriz, savaştan bıkmış yoksul halkı eğlendirmek Totaliter kesimi epeyce düşündürmüştür. Kolezyonlar, olimpiyatlar bunun için kurulmuştur.
Ama sanayi devriminde halkın komün düşünce sistemini düşünmesi için zamanı bile yoktu. Çalışan makinalar, istihdam yaratılan şehirler, halkı tarımsal komünütden makine ile çalışan toplumlar haline getirmeye başladığında halkın hazineye daha çok para bırakması gerekiyordu, tek çözüm buydu; Futbol.
Tek sorun bu oyunu oynanacak yerlerin, kuralların, kullanacak demirin, çeliğin nasıl olduğu değildi, ağır koşullarda çalışacak insan sayısını bulabilmekti. Kraliye çözümü bulmuştu, Gal ve İrlandalılar.
Protestan kesimi ortadoks topraklarında çalıştırmak Papa'nın bile umurunda değildi. Onun tek istediği daha az Hristiyan kesiminin ölmesiydi. Nitekim Kraliyet bunun sözünü vermişti; Artık iç savaş olmayacaktı.
İrlandalılar çalıştırılmak üzere güneye getiriliyordu artık. Görevleri modern kolezyonlar kurmaktı. Stadları kurarken İngilizlerin bu oyunu nasıl oynacaklarına dair anektodlar yapıyorlardı aralarında, çünkü bu oyun kendi atalarına aitti. Hatta ingiliz kömür işçilerine bu oyunun gerçek kurallarını öğrettiler. Artık ingilizler için El yoktu, ayak vardı. bekçi yoktu kale vardı. İngilizler bu oynu oynamaya başladıklarında esasında İskoç rugbysinden bir farkı olmadıklarını gördüler. Hatta bu oyuna Scot Ball dediler.
Ama çalışma koşulları çok ağırdı. Bir çok kuzeyli göçmen çalışanları kırmızı tuğla tozunun içerdiği amficostaden, güçlü olsun diye karbon oranı yükseltilmiş çelik yüzünden verem olmuştu. Kraliyetin getirdiği bu ağır çalışma koşulları işçilerin sendikalaşması için bir sebepti, aynı zamanda ölmeleri için.
Aşağı kıtalarda sömürge bulan İngiltere yeni işçiler bulmuştu! Verdiği sözü yutarak Galli ve İrlandalı işçileri Stad yapımı yerine güneydeki koloni savaşlarına yolluyordu. Stad yapımını ise zengin ingiliz tefecilerinin elindeki işçilere bırakmıştı. Bunun sebebini ise işçilerinin sendikalaşması olarak gösteriyordu.
Benim amcamın torunlarının Yeni zelenda'da olmasını nasıl açıklayabilirsin Joe diyor, Mr. Mattock, ışınlanmayı daha bulamadıklarını biliyordum diyor, gülümsüyor. Biralar geldikçe daha çok muhabbet ediyoruz, ilk anımdaki önyargım için kendimi biraz pişman hissediyorum.
Ama Joe , Benim üzgün olduğum tek konu var diyor, Papa buraya yani Ninian park'a neden geldi biliyor musun? Üstelik onca katedral, kilise, meydan varken.
Yıllar öncesi Kraliyet'e bizim insanımızı İngiltere'ye öldürülmek için gelmesine sebep olduğu için, biz ortadoksların hunharca öldürülmesine ön-ayak olduğu için diyor, ama bizim gençler onu deliler gibi alkışladılar, onu ilah yaptılar.
Bilmiyorum Joe, anlamıyorum diyor, ağlamaya başlıyor Mr. Mattock.
Yazı: Joe Jonese Ateşdağlı
Peki hangisi doğrudur? Ya da sen hangisini kabul ediyorsun?
Hey! diye bağırıyor arkamdan biri. Yarım saat boş boş konuşup kendisine bira ısmarlatacak bir tip sanıyorum kendisini, pek umursamıyorum.
Siz İngilizler diyor, buraya gelip bunları okuyup maçın devre arasında koşup hotdog sırasına girmeyi nasıl başarıyorsunuz anlamıyorum, benim babam zoraki iskanla gidip Fratton parkta çalıştırılmıştı, sonuç ne oldu biliyor musun "ölüm" diyor. O an arkamı dönüp gülümsüyorum ona.
Anlatmaya başlıyor Mr. Mattock. O zor Gal lehçesini çözmek yerine yüzündeki acı ve nefreti izliyorum bir süreliğine. Anlatıkça dinliyor, dinledikçe daha çok şaşırıyorum.
Futbolun İngiltere gerçeği esasında hiçbir kitapta bulunmayan acılarla dolu. Endüstriyel dönemin getirdiği gelir dağılımının uçurumlaşmasının bir sonucu ortaya Kraliyet'in çıkardığı bir oyundur aslında Futbol. Kabul, olayı bu kadar basite indirgemek şu an milyarlarca dolarlık bir endüstriyi görmezlikten gelmek değil aslında, tıpkı 40'lı yıllarda yeni kurulan bir cumhuriyette okullarda okutulan tarih müfredatında 700 yıllık bir imparatorluğu görmezlikten gelmek gibi bir duruma benziyor bu. Acı geçmişi unutmak istemek, geleceğe umutla bakmayı istemek gibi.
Acılar,Umut ve Korkular..
Hiçbir devrim yahut ihtilal kansız olmamıştır. Özellikle 1800'li yıllardaki Gal, İrlanda, İskoçyalıların İngiliz kraliyetine karşı hissetikleri gibi.
Top tüfeğin geçerliliğini yitirmeye başladığı Buhar devriminde üniter devletlerin halkına daha çok eğlence vaat etmesi gerekiyordu. Bu durumu Antik Helen ve Roma devrinde görebiliriz, savaştan bıkmış yoksul halkı eğlendirmek Totaliter kesimi epeyce düşündürmüştür. Kolezyonlar, olimpiyatlar bunun için kurulmuştur.
Ama sanayi devriminde halkın komün düşünce sistemini düşünmesi için zamanı bile yoktu. Çalışan makinalar, istihdam yaratılan şehirler, halkı tarımsal komünütden makine ile çalışan toplumlar haline getirmeye başladığında halkın hazineye daha çok para bırakması gerekiyordu, tek çözüm buydu; Futbol.
Tek sorun bu oyunu oynanacak yerlerin, kuralların, kullanacak demirin, çeliğin nasıl olduğu değildi, ağır koşullarda çalışacak insan sayısını bulabilmekti. Kraliye çözümü bulmuştu, Gal ve İrlandalılar.
Protestan kesimi ortadoks topraklarında çalıştırmak Papa'nın bile umurunda değildi. Onun tek istediği daha az Hristiyan kesiminin ölmesiydi. Nitekim Kraliyet bunun sözünü vermişti; Artık iç savaş olmayacaktı.
İrlandalılar çalıştırılmak üzere güneye getiriliyordu artık. Görevleri modern kolezyonlar kurmaktı. Stadları kurarken İngilizlerin bu oyunu nasıl oynacaklarına dair anektodlar yapıyorlardı aralarında, çünkü bu oyun kendi atalarına aitti. Hatta ingiliz kömür işçilerine bu oyunun gerçek kurallarını öğrettiler. Artık ingilizler için El yoktu, ayak vardı. bekçi yoktu kale vardı. İngilizler bu oynu oynamaya başladıklarında esasında İskoç rugbysinden bir farkı olmadıklarını gördüler. Hatta bu oyuna Scot Ball dediler.
Ama çalışma koşulları çok ağırdı. Bir çok kuzeyli göçmen çalışanları kırmızı tuğla tozunun içerdiği amficostaden, güçlü olsun diye karbon oranı yükseltilmiş çelik yüzünden verem olmuştu. Kraliyetin getirdiği bu ağır çalışma koşulları işçilerin sendikalaşması için bir sebepti, aynı zamanda ölmeleri için.
Aşağı kıtalarda sömürge bulan İngiltere yeni işçiler bulmuştu! Verdiği sözü yutarak Galli ve İrlandalı işçileri Stad yapımı yerine güneydeki koloni savaşlarına yolluyordu. Stad yapımını ise zengin ingiliz tefecilerinin elindeki işçilere bırakmıştı. Bunun sebebini ise işçilerinin sendikalaşması olarak gösteriyordu.
Benim amcamın torunlarının Yeni zelenda'da olmasını nasıl açıklayabilirsin Joe diyor, Mr. Mattock, ışınlanmayı daha bulamadıklarını biliyordum diyor, gülümsüyor. Biralar geldikçe daha çok muhabbet ediyoruz, ilk anımdaki önyargım için kendimi biraz pişman hissediyorum.
Ama Joe , Benim üzgün olduğum tek konu var diyor, Papa buraya yani Ninian park'a neden geldi biliyor musun? Üstelik onca katedral, kilise, meydan varken.
Yıllar öncesi Kraliyet'e bizim insanımızı İngiltere'ye öldürülmek için gelmesine sebep olduğu için, biz ortadoksların hunharca öldürülmesine ön-ayak olduğu için diyor, ama bizim gençler onu deliler gibi alkışladılar, onu ilah yaptılar.
Bilmiyorum Joe, anlamıyorum diyor, ağlamaya başlıyor Mr. Mattock.
Yazı: Joe Jonese Ateşdağlı
Reading Çayırı
Yıl 99' olmalı. F.A Cup'ın division elemeleri var o sıra. Ligde de eh işte, Ofis Boy bizim takım o sıralar, o takımı alıp ikinci, diğer takımı alıp dördüncü yapmalar falan, gerçi Türkiye'de asansör takımı diyorlar galiba bu duruma ya, neyse. Tek avuntumuz F.A anlayacağın. O da daha ilk 156'dayız ya da onun gibi birşey . Gerçi bir keresinde United'ın 83'de bize final maçında nanik çekmişliği var. Ötesi hikaye, hayalden de öte.
Dedim ya 83' yılında Manchaster'le Bir final var başka da başarı yok, o final maçını da kimse hatırlamıyor, takım finale yükselince millet heyecandan birbirini doğramış, Bolu beyi gözlerini dağlamış olsa gerek kimse hatırlamıyor.
Kasım ayı gibiydi tam hatırlamıyorum, F.A Cup'ı idi, lig maçı idi derken arkadaşlarla artık deplasman kavramı üzerinde paradokslara örnek olmak üzereyiz. Çünkü artık memleket bizim için deplasman haline gelmişti. Deplasmandan dönüşte bizim evin karşısına blok blok evler yapıldığını görüyordum, o derece. Cep telefonu yok o sıralar tabi, o Elazığ çayırı benim şu Piedra ırmağı senin dolaşsan kimse arkandan gelmez. Güzel yıllardı vesselam..
Kuralar çekiliyor bize Woking çıkıyor, Klüp; siz kendiniz gidersiniz artık gacılar, yakın yer ehehe tadında sote yapınca, bizde bizim bir elemanın pederinin dondurma kamyonetini alıyoruz. Yaklaşık 13-14 kişiyiz, kamyonete bir şekilde sığıyoruz. Ver elini Wokingham.
Üç saat boyunca tın-tın gidiyoruz bir şekilde, gece saat 04.00 civarı 2 saatlik yolumuz var daha. Bizim bir eleman tutturuyor karnım acıktı diye. Sandhurst diye şehir-kasaba arası bir yere giriyoruz. Meğerse herkes acıkmış, dağ ayısı gibi parçalıyoruz adam önümüze ne verirse. Çıkıyoruz lokantadan, Polis bizim arabanın önünde.
Gençler hayırdır diyor. 13 tane adam harami gibi lokantadan çıkınca bu işin pek de hayırlı olmadığını anlayor ve ekip çağırarak bizi Reading yakınlarındaki Shinfeld'deki gözetimevine postalıyor. Bu sefer 13 adam suçlu arabasına doluşuyoruz, dondurma kamyonunu bağlıyorlar. Lokanta sahibi bi b.k anlamadım bu işten bakışı atıyor bize, biz de keza öyle. Kamyoneti babasından alan arkadaş zırlıyor, seyyar satıcısı gibi. Babam s.kti olum benim belamı diyor, olum sadece seninki mi benimkisi şeyimden tavana asacak diyoruz, ha öyle mi diyor, rahatlıyor bizimkisi anlamsızca, burnundan fırt fırt çekiyor salya, sümüklerini.
Biz arabaya doluştuğumuzdan dolayı bizi içeri aldıklarını sanıyoruz, bizi suçlu kamyonuyla polis merkezine götüren adam "osuruktan maçlar için gece uykumdan oldum, bana ne Luton'undan Colchester'ından" deyince bizim jeton düşüyor. Meğerse Luton Reading'e geliyormuş, Colchester'da Wycombe'ye. Bunlar aralarında kanlı bıçaklı olduğu içinde polis alarm moduna geçmiş. Abi bir saniye biz Brighton'dan geliyoruz deyince, Adam sigarasından şöyle bir çekiyor; Belli ki ağız burun girecek bize. Yanımdakinin bacak zıngırtılarının momentumu bende çene titremesi yapıyor.
Bilmeyenler için bir not düşeyim; İngiltere'de Amerika gibi bir polis ülkesi değil, lakin özellikle taraftarlara karşı polisler çok sertdir,acımazlar. Örneğin, Milwall- Tottenham olayı filmlerde, masallarda anlatıldığı gibi değildir işin içinde polis vardır o olayların. Bu da başka bir post konusu olsun. Neyse.
Bu polisler bize çok pis burun dalıcaklar derken, inin la aşağı siee! deyince bizi bayram çocuğu havası alıyor, iniyoruz kurbanlık koyunlar gibi.
Aşağı atlıyoruz, ancak vakit sabahın altısı. Gök yeni yarılıyor, bizi bir ürperti alıyor, sanarsın Normandiya açıklarına saldıran askerler gibiyiz. Biz olum ne yapıcaz lan derken, Sütü seven kamyoncunun çocuğu hala zırlıyor, kamyonet gitti diyor. Haklı da. Ensesine iki pıt-pıt yapıyoruz susuyor.
Bir saat falan oyalanıyoruz çayırlıkta, yolun üzerinden bir tane araba geçmiyor. İşin garibi uzakta bir yerlerde tren sesi geliyor ama kestiremiyoruz. Derken biri ordan atlıyor; Çok uzaklaşmış olamazlar, külleri taze diyor. Çocuk korkudan sıyırmış, ıssız ada espirileri yapıyor, neyse ki dövüyoruz ayak üstü, kendine geliyor.
Saat sekiz gibi oluyor, uzaktan bir otobüs geliyor. Yırtıyoruz kendimizi, fren yapıyor otobüs. Bizi almıyor, ama yanımızdan geçerken eliyle arkayı gösteriyor. Arkaya bir bakıyoruz bir otobüs daha geliyor. Ona el kaldırıyoruz bu sefer, neyse ki duruyor bu sefer ki.
Gençler nereye diyor, abi Reading galiba buraya yakın, oraya bizi atar mısın? diyoruz. Atlayın diyor, atlıyoruz otobüse.
Otobüse binen ilk arkadaşı "Beyler Mahmut hoca burda gelmeyin" havası basıyor. Kafamda Sezen Aksu'nun işte biz o gün tükeneceğiz şarkısı loop'a sarıyor o sıra. Arkamda Dudullu- Hadımköy otobüsü 9.00-16.00 arası memur gibi çalışan fordçu gibi itikleyen arkadaşa itekleme olum derken kendimi otobüste buluyorum. Otobüs durudğu için gözlerini açmaya çalışan Lutonlular olayı anlamayı çalışıyorlar. Bu arada söylemeyi unuttum; Luton taraftar otobüsüne binmişiz, yani o anlık. Çünkü birazdan da Lutonlu arkadaşlar bize binecek yani mecazi anlamda, galiba.
Nasıl binmesinler bize! Çoğu daha üç hafta önce Brightondaydı, mesela o gün burnunu dağıttığım eleman 15-16 numaralı koltuğun cam kenarında oturuyor. Ve muhtemelen beyin nöronları sinapsislerinden benimle, bizimle ilgili fotoğrafik hafıza bilgilerini getiriyor, yalnız uyuyor mu gözleri açık mı fark edemiyorum o noktadan. Bir kaç tanesi kafasını kaldırıyor, belli henüz uyku mahmurluğundalar, utanmasak piş piş piş diyeceğiz. Danalar girmiş bostana tey tey çekeceğiz.
Herşey güzel giderken, Reading'e bilemedin 15 kilometre yaklaşmışken burdan kendisine kucak dolusu analı-bacılı küfürlerimi yolladığım otobüs şoförü sert bir fren yapınca fon müziğinin sesini yükseltti stüdyo şefi sanki. Disco Ball'dan sanki ışık süzmeleri vuruyordu hepimizin yüzüne. Ve söylüyordu sezen şarkısını;
Etrafımızı sarıverecek
Bir boşluk ki asla bitmeyecek
Herşey bir anda anlamsız gelecek
İşte biz o gün tükeneceğiz
İşte biz o gün tükeneceğiz.
Burnunu dağıttığım çocuk artık beni yeterince iyi tanıyordu, nitekim saatler 09.30'u gösteriyordu. Öndeki koltuktan birileri bağırdı; Hey bu şerefsizler ne arıyor burda!
.....
Size bu hikayenin sonunda oradan sadece dayak yiyip uzaklaştığımızı söylesem yalan söylerim. 13 kişinin Reading çayırında anadan doğma bir şekilde otoyolda bırakıldığını söylesem sanki doğruyu söylemiş gibi olurum. Gibi.
Yazı: Joe Jonese Ateşdağlı
Dedim ya 83' yılında Manchaster'le Bir final var başka da başarı yok, o final maçını da kimse hatırlamıyor, takım finale yükselince millet heyecandan birbirini doğramış, Bolu beyi gözlerini dağlamış olsa gerek kimse hatırlamıyor.
Kasım ayı gibiydi tam hatırlamıyorum, F.A Cup'ı idi, lig maçı idi derken arkadaşlarla artık deplasman kavramı üzerinde paradokslara örnek olmak üzereyiz. Çünkü artık memleket bizim için deplasman haline gelmişti. Deplasmandan dönüşte bizim evin karşısına blok blok evler yapıldığını görüyordum, o derece. Cep telefonu yok o sıralar tabi, o Elazığ çayırı benim şu Piedra ırmağı senin dolaşsan kimse arkandan gelmez. Güzel yıllardı vesselam..
Kuralar çekiliyor bize Woking çıkıyor, Klüp; siz kendiniz gidersiniz artık gacılar, yakın yer ehehe tadında sote yapınca, bizde bizim bir elemanın pederinin dondurma kamyonetini alıyoruz. Yaklaşık 13-14 kişiyiz, kamyonete bir şekilde sığıyoruz. Ver elini Wokingham.
Üç saat boyunca tın-tın gidiyoruz bir şekilde, gece saat 04.00 civarı 2 saatlik yolumuz var daha. Bizim bir eleman tutturuyor karnım acıktı diye. Sandhurst diye şehir-kasaba arası bir yere giriyoruz. Meğerse herkes acıkmış, dağ ayısı gibi parçalıyoruz adam önümüze ne verirse. Çıkıyoruz lokantadan, Polis bizim arabanın önünde.
Gençler hayırdır diyor. 13 tane adam harami gibi lokantadan çıkınca bu işin pek de hayırlı olmadığını anlayor ve ekip çağırarak bizi Reading yakınlarındaki Shinfeld'deki gözetimevine postalıyor. Bu sefer 13 adam suçlu arabasına doluşuyoruz, dondurma kamyonunu bağlıyorlar. Lokanta sahibi bi b.k anlamadım bu işten bakışı atıyor bize, biz de keza öyle. Kamyoneti babasından alan arkadaş zırlıyor, seyyar satıcısı gibi. Babam s.kti olum benim belamı diyor, olum sadece seninki mi benimkisi şeyimden tavana asacak diyoruz, ha öyle mi diyor, rahatlıyor bizimkisi anlamsızca, burnundan fırt fırt çekiyor salya, sümüklerini.
Biz arabaya doluştuğumuzdan dolayı bizi içeri aldıklarını sanıyoruz, bizi suçlu kamyonuyla polis merkezine götüren adam "osuruktan maçlar için gece uykumdan oldum, bana ne Luton'undan Colchester'ından" deyince bizim jeton düşüyor. Meğerse Luton Reading'e geliyormuş, Colchester'da Wycombe'ye. Bunlar aralarında kanlı bıçaklı olduğu içinde polis alarm moduna geçmiş. Abi bir saniye biz Brighton'dan geliyoruz deyince, Adam sigarasından şöyle bir çekiyor; Belli ki ağız burun girecek bize. Yanımdakinin bacak zıngırtılarının momentumu bende çene titremesi yapıyor.
Bilmeyenler için bir not düşeyim; İngiltere'de Amerika gibi bir polis ülkesi değil, lakin özellikle taraftarlara karşı polisler çok sertdir,acımazlar. Örneğin, Milwall- Tottenham olayı filmlerde, masallarda anlatıldığı gibi değildir işin içinde polis vardır o olayların. Bu da başka bir post konusu olsun. Neyse.
Bu polisler bize çok pis burun dalıcaklar derken, inin la aşağı siee! deyince bizi bayram çocuğu havası alıyor, iniyoruz kurbanlık koyunlar gibi.
Aşağı atlıyoruz, ancak vakit sabahın altısı. Gök yeni yarılıyor, bizi bir ürperti alıyor, sanarsın Normandiya açıklarına saldıran askerler gibiyiz. Biz olum ne yapıcaz lan derken, Sütü seven kamyoncunun çocuğu hala zırlıyor, kamyonet gitti diyor. Haklı da. Ensesine iki pıt-pıt yapıyoruz susuyor.
Bir saat falan oyalanıyoruz çayırlıkta, yolun üzerinden bir tane araba geçmiyor. İşin garibi uzakta bir yerlerde tren sesi geliyor ama kestiremiyoruz. Derken biri ordan atlıyor; Çok uzaklaşmış olamazlar, külleri taze diyor. Çocuk korkudan sıyırmış, ıssız ada espirileri yapıyor, neyse ki dövüyoruz ayak üstü, kendine geliyor.
Saat sekiz gibi oluyor, uzaktan bir otobüs geliyor. Yırtıyoruz kendimizi, fren yapıyor otobüs. Bizi almıyor, ama yanımızdan geçerken eliyle arkayı gösteriyor. Arkaya bir bakıyoruz bir otobüs daha geliyor. Ona el kaldırıyoruz bu sefer, neyse ki duruyor bu sefer ki.
Gençler nereye diyor, abi Reading galiba buraya yakın, oraya bizi atar mısın? diyoruz. Atlayın diyor, atlıyoruz otobüse.
Otobüse binen ilk arkadaşı "Beyler Mahmut hoca burda gelmeyin" havası basıyor. Kafamda Sezen Aksu'nun işte biz o gün tükeneceğiz şarkısı loop'a sarıyor o sıra. Arkamda Dudullu- Hadımköy otobüsü 9.00-16.00 arası memur gibi çalışan fordçu gibi itikleyen arkadaşa itekleme olum derken kendimi otobüste buluyorum. Otobüs durudğu için gözlerini açmaya çalışan Lutonlular olayı anlamayı çalışıyorlar. Bu arada söylemeyi unuttum; Luton taraftar otobüsüne binmişiz, yani o anlık. Çünkü birazdan da Lutonlu arkadaşlar bize binecek yani mecazi anlamda, galiba.
Nasıl binmesinler bize! Çoğu daha üç hafta önce Brightondaydı, mesela o gün burnunu dağıttığım eleman 15-16 numaralı koltuğun cam kenarında oturuyor. Ve muhtemelen beyin nöronları sinapsislerinden benimle, bizimle ilgili fotoğrafik hafıza bilgilerini getiriyor, yalnız uyuyor mu gözleri açık mı fark edemiyorum o noktadan. Bir kaç tanesi kafasını kaldırıyor, belli henüz uyku mahmurluğundalar, utanmasak piş piş piş diyeceğiz. Danalar girmiş bostana tey tey çekeceğiz.
Herşey güzel giderken, Reading'e bilemedin 15 kilometre yaklaşmışken burdan kendisine kucak dolusu analı-bacılı küfürlerimi yolladığım otobüs şoförü sert bir fren yapınca fon müziğinin sesini yükseltti stüdyo şefi sanki. Disco Ball'dan sanki ışık süzmeleri vuruyordu hepimizin yüzüne. Ve söylüyordu sezen şarkısını;
Etrafımızı sarıverecek
Bir boşluk ki asla bitmeyecek
Herşey bir anda anlamsız gelecek
İşte biz o gün tükeneceğiz
İşte biz o gün tükeneceğiz.
Burnunu dağıttığım çocuk artık beni yeterince iyi tanıyordu, nitekim saatler 09.30'u gösteriyordu. Öndeki koltuktan birileri bağırdı; Hey bu şerefsizler ne arıyor burda!
.....
Size bu hikayenin sonunda oradan sadece dayak yiyip uzaklaştığımızı söylesem yalan söylerim. 13 kişinin Reading çayırında anadan doğma bir şekilde otoyolda bırakıldığını söylesem sanki doğruyu söylemiş gibi olurum. Gibi.
Yazı: Joe Jonese Ateşdağlı
Mahalle Takımı
Evinin iki blok arkasında yeşil bir sahası, elinde yüzlerce kanalı bulunan uydunun kumandası olanların hikayesi bu.
Yeni biçilmiş çimin kokusunu, hakem forması giymiş köşedeki kasabı, takımı yöneten gıcık komşuyu tanımama hissiyatı değil o çimin üstünde oynayanları tutmanın verdiği hezeyan.
Sanrılar, delüzyonlar...
2000 kişilik Gretna kasabasında yaşıyorsun. Tuttuğun takımda cevher gibi çocuklar var. Hepsi evinin arkasındaki sahada büyüyor, Televizyondaki abilerinin akşamki maçının provasını yapıyorlar. Pencereden hepsinin oynamaya çalıştığı basit bir oyunu nasıl heyecanla yaptıklarını görüyorsun, gülümsüyorsun.
Kudüs'de Roma'da dövüştürmek için gladyatör eğitiyorsun. Aşağıdan gelen siyah tenli çocukları iki somun ekmek parasına satın alıyorsun. Onlara nasıl dövüşüleceğini değil, nasıl ayakta kalınacağını gösteriyorsun, öğretiyorsun. Öleceklerini bilmeden uğraşıyorlar sözde köleler, onlar için önemli değil bir yıl sonraki kolezyon dövüşleri, senin para kazanmak için uydurduğun Kraliyet gösterilerine inanıyorlar.
Sigorta şirketinin yerel bir noktasında çalışıyorsun, tüm gününü öldürecek bir iş cinsinden. Akşamları eve gelip dünden kalan bulaşıkları yıkıyorsun, Milyon kere yayınlanan o sıkıcı sit-com dizilerini izlemeye çalışıyorsun ama aklın tv'de değil, ertesi gün için heyecanlısın çocukların maçı var.
Çocuklar çok iyi. Mahalle'den sıyrılıp 150 kilometreden gelen takımlarla oynuyorlar artık maçlarını. Üzerindeki formaları bile değişiyor çocuklar iyi oynadıkça, hakemler artık senin tanımadığın insanlar. Baksana, kasaba dışındaki tekstil fabrikası kale arkasına reklam koymuş. Maç öncesi gittiğin bar bile tıklım tıklım, şaşırıyorsun.
Yaşadığın yer'in aşağılarında yanardağ patlamış, etraf yardıma muhtaç siyah tenli insanlarla dolmuş, zoraki göçmüşler Kudüs'e. Bu fırsatı değerlendirmelisin, artık bir somun ekmek parasına dahi kaslı çocukları gladyatör kampına dahil edebilirsin, dillerini anlamasan dahi biliyorsun onların özelliklerini, sen bu işten Roma'da çok para kazanacaksın.
Çocuklar dövüşmeyi öğrendikçe, hırslanıyor. Önlerine bir tas çorba koyulduğunda dünyanın en mutlu insanlarılar. Zamanın artık az, yüzlercesi arasından seçimini yapmalısın. Biliyorsun ki çoğu daha yolda giderken hastalanıp ölecek, kral karşısına güçsüz adamlarla çıkmamalısın; ki bunu benden daha iyi biliyorsun kral bu tarz durumları hiç sevmez, eğlendireceği binlerce halkı var kolezyumlarda.. Mantıklı düşünüp aralarında en cesaretlilerini seçip bindiriyorsun gemiye.
Seninkiler koptu gidiyor. Eskiden gittiğin aşağı kasabadaki deplasmanlara benzemiyor artık deplasmanlar. Sahalar büyüyor, stadlar değişiyor. Çocuklar topun hakkını veriyor ama hakikaten, mükemmel oynuyorlar. Deplasmana gittikçe daha büyük kasabalar, şehirler görüyorsun. Sana dedenin savaş yıllarını anlattığı o şehirlerin aslında büyüleyici olduğunu görüyorsun. Büyük binalar, köprüler, yollar; kendini masallardaki kahramanlar gibi hissediyorsun. Deplasman otobüsü bile büyüyor. Artık klubün sponsorları var, cebinden para bile ödemiyorsun.
Takımdaki çocuklar kendini aşıyor, yirmi maçtır yenilmiyor. Her deplasman dönüşünde evinin arkasındaki o çim sahanın yeni yapılan bir stada dönüşmesini izliyorsun. Üstelik keyiflisinde, klubün yetkililerini tanıdığın için sigorta işlerini sen yapıyorsun. Bir rüya gibi herşey, artık o sıkıcı sit-comları izlemiyorsun. Barlarda yeni edindiğin arkadaşlarla görüşüp, deplasman hikayeleri dinleme adına zaman kazanmak için bulaşık makinesi alıyorsun.
Gemiden indiğinde gladyatörler gibi sende şaşırıyorsun; Roma seni büyülüyor. Bu inanılmaz etkileyici silüet karşısında dövüşü unutuyorsun kısa bir süreliğine. Ama sen lidersin, adamlarının bu durumunu çabucak değiştirmen lazım. Onları gladyatörlerin kaldığı yere götürüyorsun, sen ise sana anlatılan garp hikayelerini yerinde test ediyorsun.
Kraliyet dövüşleri haftası başlıyor. Adamlarının sırası gelene kadar cesaretlerini topluyorsun. Onları bir daha görmeyeceksin, artık onlar da bunun bilincindeler, hepsi orada ne olduğunu görüyorlar kendi gözleriyle. İçinde hafif bir burukluk da yok değil hani, ama üzerinde Roma imparatorunun suratı olan altınları aldığında biliyorsun ki sen artık zenginsin. Eğittiğin gladyatörlerin dövüşünü izlemeden çıkıyorsun arenadan. Gelecek senenin hazırlıklarını düşünmelisin, Kudüs'e dönmek için yollar aramanın tam vakti.
Artık herşey farklı; Takımın birinci lige yükseliyor.
Ve sen takımının deplasman maçının yayını için kumandadaki kanal düğmesine bastığında bitiyor aslında bu hikaye. Tıpkı sene sonunda hikayesi bitecek Takımının kaderi gibi.
Yazı: Joe Jonese Ateşdağlı
Yeni biçilmiş çimin kokusunu, hakem forması giymiş köşedeki kasabı, takımı yöneten gıcık komşuyu tanımama hissiyatı değil o çimin üstünde oynayanları tutmanın verdiği hezeyan.
Sanrılar, delüzyonlar...
2000 kişilik Gretna kasabasında yaşıyorsun. Tuttuğun takımda cevher gibi çocuklar var. Hepsi evinin arkasındaki sahada büyüyor, Televizyondaki abilerinin akşamki maçının provasını yapıyorlar. Pencereden hepsinin oynamaya çalıştığı basit bir oyunu nasıl heyecanla yaptıklarını görüyorsun, gülümsüyorsun.
Kudüs'de Roma'da dövüştürmek için gladyatör eğitiyorsun. Aşağıdan gelen siyah tenli çocukları iki somun ekmek parasına satın alıyorsun. Onlara nasıl dövüşüleceğini değil, nasıl ayakta kalınacağını gösteriyorsun, öğretiyorsun. Öleceklerini bilmeden uğraşıyorlar sözde köleler, onlar için önemli değil bir yıl sonraki kolezyon dövüşleri, senin para kazanmak için uydurduğun Kraliyet gösterilerine inanıyorlar.
Sigorta şirketinin yerel bir noktasında çalışıyorsun, tüm gününü öldürecek bir iş cinsinden. Akşamları eve gelip dünden kalan bulaşıkları yıkıyorsun, Milyon kere yayınlanan o sıkıcı sit-com dizilerini izlemeye çalışıyorsun ama aklın tv'de değil, ertesi gün için heyecanlısın çocukların maçı var.
Çocuklar çok iyi. Mahalle'den sıyrılıp 150 kilometreden gelen takımlarla oynuyorlar artık maçlarını. Üzerindeki formaları bile değişiyor çocuklar iyi oynadıkça, hakemler artık senin tanımadığın insanlar. Baksana, kasaba dışındaki tekstil fabrikası kale arkasına reklam koymuş. Maç öncesi gittiğin bar bile tıklım tıklım, şaşırıyorsun.
Yaşadığın yer'in aşağılarında yanardağ patlamış, etraf yardıma muhtaç siyah tenli insanlarla dolmuş, zoraki göçmüşler Kudüs'e. Bu fırsatı değerlendirmelisin, artık bir somun ekmek parasına dahi kaslı çocukları gladyatör kampına dahil edebilirsin, dillerini anlamasan dahi biliyorsun onların özelliklerini, sen bu işten Roma'da çok para kazanacaksın.
Çocuklar dövüşmeyi öğrendikçe, hırslanıyor. Önlerine bir tas çorba koyulduğunda dünyanın en mutlu insanlarılar. Zamanın artık az, yüzlercesi arasından seçimini yapmalısın. Biliyorsun ki çoğu daha yolda giderken hastalanıp ölecek, kral karşısına güçsüz adamlarla çıkmamalısın; ki bunu benden daha iyi biliyorsun kral bu tarz durumları hiç sevmez, eğlendireceği binlerce halkı var kolezyumlarda.. Mantıklı düşünüp aralarında en cesaretlilerini seçip bindiriyorsun gemiye.
Seninkiler koptu gidiyor. Eskiden gittiğin aşağı kasabadaki deplasmanlara benzemiyor artık deplasmanlar. Sahalar büyüyor, stadlar değişiyor. Çocuklar topun hakkını veriyor ama hakikaten, mükemmel oynuyorlar. Deplasmana gittikçe daha büyük kasabalar, şehirler görüyorsun. Sana dedenin savaş yıllarını anlattığı o şehirlerin aslında büyüleyici olduğunu görüyorsun. Büyük binalar, köprüler, yollar; kendini masallardaki kahramanlar gibi hissediyorsun. Deplasman otobüsü bile büyüyor. Artık klubün sponsorları var, cebinden para bile ödemiyorsun.
Takımdaki çocuklar kendini aşıyor, yirmi maçtır yenilmiyor. Her deplasman dönüşünde evinin arkasındaki o çim sahanın yeni yapılan bir stada dönüşmesini izliyorsun. Üstelik keyiflisinde, klubün yetkililerini tanıdığın için sigorta işlerini sen yapıyorsun. Bir rüya gibi herşey, artık o sıkıcı sit-comları izlemiyorsun. Barlarda yeni edindiğin arkadaşlarla görüşüp, deplasman hikayeleri dinleme adına zaman kazanmak için bulaşık makinesi alıyorsun.
Gemiden indiğinde gladyatörler gibi sende şaşırıyorsun; Roma seni büyülüyor. Bu inanılmaz etkileyici silüet karşısında dövüşü unutuyorsun kısa bir süreliğine. Ama sen lidersin, adamlarının bu durumunu çabucak değiştirmen lazım. Onları gladyatörlerin kaldığı yere götürüyorsun, sen ise sana anlatılan garp hikayelerini yerinde test ediyorsun.
Kraliyet dövüşleri haftası başlıyor. Adamlarının sırası gelene kadar cesaretlerini topluyorsun. Onları bir daha görmeyeceksin, artık onlar da bunun bilincindeler, hepsi orada ne olduğunu görüyorlar kendi gözleriyle. İçinde hafif bir burukluk da yok değil hani, ama üzerinde Roma imparatorunun suratı olan altınları aldığında biliyorsun ki sen artık zenginsin. Eğittiğin gladyatörlerin dövüşünü izlemeden çıkıyorsun arenadan. Gelecek senenin hazırlıklarını düşünmelisin, Kudüs'e dönmek için yollar aramanın tam vakti.
Artık herşey farklı; Takımın birinci lige yükseliyor.
Ve sen takımının deplasman maçının yayını için kumandadaki kanal düğmesine bastığında bitiyor aslında bu hikaye. Tıpkı sene sonunda hikayesi bitecek Takımının kaderi gibi.
Yazı: Joe Jonese Ateşdağlı
Çakma "Imperatore"
Tarih 30 Eylül 2003. Galatasaray İstanbul'da Şampiyonlar Ligi grubunda Real Sociedad ile karşılaşıyor. 2-1 mağlup oluyor. Maç sonu Star Tv'nin o zamanki muhabiri Ersin Düzen bizim meşhur İmparatorumuz Fatih Terim'in yanına geliyor. Birkaç maçtır çok kötü performans gösteren Gabriel Tamas'ta neden ısrar edildiğini soruyor. Terim kıpkırmızı oluyor. önce Düzen'i azarlıyor, sonra "neden gol atan Hakan Şükür'ü değil Tamas'ı soruyorsunuz" diye çıkışıp röportajı terkediyor (aslında bu yaptığı UEFA Şampiyonlar Ligi maç sonrası prosedürüne aykırı iken).
Tarih 19 Kasım 2008. Avusturya-Türkiye hazırlık maçı, Viyana'da maç öncesi. Basın toplantısı yapılıyor. Milli takımlar teknik direktörü aynı Fatih Terim soruları cevaplıyor. Derken bir gazeteci Terim'e "Fatih Tekke'nin milli takıma forma pazarlığı yaptığı için alınmadığı iddialarını" soruyor. Terim'in rengi atıyor "bu tür söylentileri dinlemem, lütfen başka soruya geçmenizi öneririm" diyerek önüne bir şeyler not ediyor. Her türlü şeyi üretebilirsiniz bana aynı gazeteciyi bir daha tanıyabilmek için ismini ve haber ajansını ya da televizyon kanalını not ettiği fikrini uyandırdı. Onun bu tür uygulamaları olduğunu iyi biliyorum. Sonra da bir kaç şey daha söyleyip toplantıyı bitiriyor.
Aynı akşam. Alman milli takımının teknik direktörü bizim meşhur Alman köylümüz Joachim Löw milli takımlar düzeyindeki ezeli rakip İngiltere'ye kendi evinde 2-1 mağlup oluyor. Maç sonu televizyon başında ZDF'yi izliyorum. Gecenin göremediğim gollerini görmek için. Löw program sunucusu ve yorumcu Oliver Kahn'ın arasına geliyor. Alman sunucu Almanların hata yaptığı her pozisyonu bilgisayar destekli soruyor Löw'e. Löw elinde mikrofonla cevap veriyor. Gollerdeki pozisyon hatalarını soruyor, Löw cevap veriyor. Maç içinde İngiliz orta sahasının presi sonucu bir çok topu kaptıran Simon Rolfes'un neden oyunda 90 dakika kaldığını soruyor. Löw buna da cevap veriyor. Bundesliga'nin ve Avrupa'nın bu sezonki sürprizi Hoffenheim'dan neden sadece 1 oyuncunun ilk onbirde şans verildiğini soruyor (Marvin Compper), Löw onu da yanıtlıyor. Sesini tek bir desibel yükseltmeden. Sakince, soğukkanlıca. Röportaj bitince de gülerek vedalaşıp gidiyor.
Fatih Terim'in ve maalesef ona karşı yapılan her eleştirinin (blogda çokça değindiğimiz üzere) ona bir saldırı, çekememezlik, artniyet sonucu olduğunu ileri süren grubun bir problemi var. İstedikleri, duymak istedikleri sorular yerine kararlarını sorgulayıcı sorularla karşılaşınca gereksiz bir saldırganlık ve alınganlık içine giriyorlar. Bu ülkede en fazla kredisi olan adam Fatih Terim. Görevde ondan önce bulunan teknik adam için bilgisayar verilerini kullanıyor diye "laptop hocası" lafını yarattık ve sırf 1 adamı kadroya almıyor diye astık. Terim "laptop hocası" değil, bu ülkenin ona verdiği lakapla "İmparator"u. Halkını, ona yapılan eleştirileri dinlemesi lazım. Büyük güç büyük sorumluluk da getirir. Elinde çok güçlü bir kadro, çok büyük imkanlar (milli takım futbolcularına tesis, prim gibi konularda tanınan imkanlar bugün dünya üzerinde ilk 5 içerisinde) ve her ay hesabına yatan yüklü bir meblağ var. Bu gücün ve yetkinin bir de sorumluluğu olacak tabi. Bu sorumluluğun peşindeyiz unvanların ve kişilerin değil. Bunu hem kendisi hem de etrafındakilerin anlaması gerek. Kendisini 5 ay önce Euro 2008'den evine gönderen adam yapabiliyorsa o da yapabilmeli, daha ötesi yapmak zorunda.
Tarih 19 Kasım 2008. Avusturya-Türkiye hazırlık maçı, Viyana'da maç öncesi. Basın toplantısı yapılıyor. Milli takımlar teknik direktörü aynı Fatih Terim soruları cevaplıyor. Derken bir gazeteci Terim'e "Fatih Tekke'nin milli takıma forma pazarlığı yaptığı için alınmadığı iddialarını" soruyor. Terim'in rengi atıyor "bu tür söylentileri dinlemem, lütfen başka soruya geçmenizi öneririm" diyerek önüne bir şeyler not ediyor. Her türlü şeyi üretebilirsiniz bana aynı gazeteciyi bir daha tanıyabilmek için ismini ve haber ajansını ya da televizyon kanalını not ettiği fikrini uyandırdı. Onun bu tür uygulamaları olduğunu iyi biliyorum. Sonra da bir kaç şey daha söyleyip toplantıyı bitiriyor.
Aynı akşam. Alman milli takımının teknik direktörü bizim meşhur Alman köylümüz Joachim Löw milli takımlar düzeyindeki ezeli rakip İngiltere'ye kendi evinde 2-1 mağlup oluyor. Maç sonu televizyon başında ZDF'yi izliyorum. Gecenin göremediğim gollerini görmek için. Löw program sunucusu ve yorumcu Oliver Kahn'ın arasına geliyor. Alman sunucu Almanların hata yaptığı her pozisyonu bilgisayar destekli soruyor Löw'e. Löw elinde mikrofonla cevap veriyor. Gollerdeki pozisyon hatalarını soruyor, Löw cevap veriyor. Maç içinde İngiliz orta sahasının presi sonucu bir çok topu kaptıran Simon Rolfes'un neden oyunda 90 dakika kaldığını soruyor. Löw buna da cevap veriyor. Bundesliga'nin ve Avrupa'nın bu sezonki sürprizi Hoffenheim'dan neden sadece 1 oyuncunun ilk onbirde şans verildiğini soruyor (Marvin Compper), Löw onu da yanıtlıyor. Sesini tek bir desibel yükseltmeden. Sakince, soğukkanlıca. Röportaj bitince de gülerek vedalaşıp gidiyor.
Fatih Terim'in ve maalesef ona karşı yapılan her eleştirinin (blogda çokça değindiğimiz üzere) ona bir saldırı, çekememezlik, artniyet sonucu olduğunu ileri süren grubun bir problemi var. İstedikleri, duymak istedikleri sorular yerine kararlarını sorgulayıcı sorularla karşılaşınca gereksiz bir saldırganlık ve alınganlık içine giriyorlar. Bu ülkede en fazla kredisi olan adam Fatih Terim. Görevde ondan önce bulunan teknik adam için bilgisayar verilerini kullanıyor diye "laptop hocası" lafını yarattık ve sırf 1 adamı kadroya almıyor diye astık. Terim "laptop hocası" değil, bu ülkenin ona verdiği lakapla "İmparator"u. Halkını, ona yapılan eleştirileri dinlemesi lazım. Büyük güç büyük sorumluluk da getirir. Elinde çok güçlü bir kadro, çok büyük imkanlar (milli takım futbolcularına tesis, prim gibi konularda tanınan imkanlar bugün dünya üzerinde ilk 5 içerisinde) ve her ay hesabına yatan yüklü bir meblağ var. Bu gücün ve yetkinin bir de sorumluluğu olacak tabi. Bu sorumluluğun peşindeyiz unvanların ve kişilerin değil. Bunu hem kendisi hem de etrafındakilerin anlaması gerek. Kendisini 5 ay önce Euro 2008'den evine gönderen adam yapabiliyorsa o da yapabilmeli, daha ötesi yapmak zorunda.
Açıldı !
Fenerbahçe tribünlerinin en iyi taraftar grubu Kill For You'nun resmi sitesi sonunda açıldı.
http://www.kfy96.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)